15 Mart 2013 Cuma

Yılın golü - 2013 (aday)


Daha çok erken diyebiliriz lakin bu hafta Messi'nin Milan'a attığı o ilk golü bir daha yaşayamayız. Real Madrid'e İspanya Kupası'nda eleniş, ligde kaybetmeleri ve Milan'a karşı da ilk maçı deplasmanda 2-0 yenilmeleri üst üste gelince herkes acaba? diye sormuştur kendisine. 

2-0'ın üzerine rövaş gününden önce Pique'nin inanmayanlar maça gelmesin açıklaması aslında bir mesaj niteliğindeydi. Bence yılın golü de sadece estetik açısından değil, zamanlama, an, her iki takımında moral motivasyonu açısından da değerlendirilmeli. Barcelona'yı 2-0 yenip avantaj sağladı Milan. Bununla birlikte Messi'nin o efsane golü hem teknik, hem estetik, hem Milanlı oyuncuların moral çöküşünü hazırlarken hem de Barcelonalı oyuncuların tura olan inancını pekiştirdi. O kadar erken, Messi dışında belki de kimsenin atamayacağı o golden sonra rüzgar yönünü değiştirdi.

İbrahimoviç'in golü gibi aslında. O golünde aynısını görmemiz çok zorken, beş Milanlı oyuncunun arasından topun çıkabileceği tek yerden doksana göndermek zorunda ötesindedir herhalde. Lakin o isim Messi olunca zorluk seviyesi aşağılara çekiliyor. Özellikle topa vurma zamanlaması inanılmaz. Bir saniye geç kalsa defans oyuncuları önünü kapatır, erken vurmaya çalışsa dengesiz, zorlama bir şuta dönüşür.

Messi fanboyluğu yapılıyor burada denmesin diye, sırf yukarıda izah etmeye çalıştığım sebeplerden  dolayı 2013 için yılın golüne aday olması gerekiyor.

(Özellikle .gif koydum ki tekrar tekrar izleyebilelim.)

12 Mart 2013 Salı

Futbol madem endüstrileşti...

Cumartesi oynanan Trabzonspor - Beşiktaş maçında uyuya kalmamak büyük başarıydı. Bu maçı izlerken aklıma Euro 2008'deki Romanya - Fransa Avrupa Şampiyonası maçı geldi. Kaleyi bulan şut bir filandı sanırsam. Ceza sahasına girememişti oyuncular. Benimde aklıma şu soru gelmişti: Futbol madem endüstrileşti, futbolcular oynadıkları oyunla keyif vermeliler. Vermezler ise paramı geri iade alabilir miyim?

Bu soru normal lig maçları ve Şampiyonlar Ligi için belki ağır olabilir ama Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupaları için neden olmasın? Sonuçta bir "entertainment" olarak (Türkçe tam neye karşılık gelir bulamadım açıkçası) nitelendirebiliriz bu turnuvaları. Binlerce insan turizm amaçlı o ülkeye gidip, baya fazla para verip karşılığında bir şölen ve eğlence arıyor. Bir maçı sadece o ülkenin vatandaşları değil, bir çok farklı ulustan insan izliyor. Hal böyleyken bende neden olmasın diye soruyorum?

Futbol dünyası övünüyor futbolun endüstrileşmesini ve bu yönde adımlar atıyorlar. Biz de Romanya - Fransa maçında domatesleri sahneye atsaydık, ya da paramızı geri isteseydik ne diyebilirlerdi?

9 Mart 2013 Cumartesi

Kolay golü herkes atar

Bizim ülkemize has olan bir santrafor hastalığı var. Kolay gol pozisyonlarına girerek sonucu getiremeyen bir de imkansız dediğimiz pozisyonlarda gol atabilme yeteneği.

Dünkü Galatsaray-Gençlerbirliği maçında Burak Yılmaz tam olarak başta kurduğum cümlenin fiziksel açıklamasını yaptı. Taraftar ve izleyici olarak istikrarlı oyuncular standart bir seyir keyfi sunar bize fakat ara ara patlamalar yapan santraforlar tansiyonumuza direk etki eder.

Burak Yılmaz topla buluşurken şahsen heyecanlanıyorum, sonunda ya tansiyonum fırlamış hava sıçrıyorum ya da televizyonun önündeki emektar sehpaya bir tokat patlatıyorum. Türk futbolcularının neden böyle olduklarına dair hala bir fikrim yok belki yetenek, çalışma ya da karakter ama kendimi bildim bileli buna alışık olduğumdur. Nadirde olsa futbolun ana vatanı,beşiği dediğimiz ekollerden de böyle oyuncular çıkmıyor değil, Martin Palermo 1 milli maçta 3 penaltı kaçırmış forvet olarak Arjantin tarihine geçti fakat aynı zamanda orta sahadan kafa golü atmasıyla da aynı tarihte yerini aldı.

7 Mart 2013 Perşembe

Cüneyt Çakır meselesi

Salı akşamı oynanan Manchester United - Real Madrid maçının ikinci yarısında Nani'ye gösterdiği kırmızı kartla Cüneyt Çakır maçın günah keçisi oldu. Bizim maçımız olmamasına rağmen basınımız ve eski hakemlerimiz eleştirmeye başladı. Pozisyona tekrar bir bakalım:


Benim gönlümden geçen Manchester United'ın turu geçmesiydi. Bunu önceden belirteyim de fanboy gibi bir durum olmasın. Bununla birlikte bana sorarsanız kırmızı kart kesinlikle doğruydu. Orası bir futbol sahası, bir tarla değil. Öyle uçan tekmelerle havalarda dolaşamazsınız. "Topu izliyordu" bana göre bir bahane değil. Nani resmen burası benim alanıma çeviriyor olayı. Bir oyuncu çevresini kontrol etmelidir. Hele ki aşırı güç ve sakatlık tehlikesi içeren hareket yapıyorsa kesinlikle etmelidir. Uğur Meleke'nin bu sabah twitter'daki paylaşımını da şöyle bir koyalım: 
Bir de düşüncelerimi çok güzel açıklayan bir tweet de şöyle:
Bazen kendimi ifade edemediğim için şunları yazamadım maç sonrası. Ama benim pozisyonu ilk gördüğüm andaki tepkim de bu yöndeydi. Sir Alex Ferguson basın toplantısına katılmamış, bu bir ilkmiş, çok itiraz etmiş, çıldırmış, Cüneyt Çakır İngilizlere hep kırmızı kart gösteriyormuş, muş muş muş. Bunları geçeceksiniz arkadaş. Tesadüf denen bir şey de var sonuçta. İngilizlere gösterilen her kırmızı karttan sonra da kendileri evet haklıydı diye yazılar yazmasını bildiler hep. Ayrıca şu videoda karara zamanında hakem haklı beyler diyen  de Sir Alex Ferguson'un ta kendisi. Karma da böyle bir şey işte.


İngiliz basını maçtan sonra Cüneyt Çakır'ı yerden yere vurdu. O kırmızı kart çıkmasaydı ve Real Madrid elenseydi, Marca ve İspanyol basını ne yazacaktı peki? Maçtan önce hakemi baskı altına almaya çalışan Marca'nın manşetlerini tahmin etmek çok zor değil. Bu pozisyon Cüneyt Çakır'ın şansızlığıydı. Bizim kendi basınımızın bile manşetleri ve zamanında üst düzey maç bile yönetmeyen hakemlerimizin çıkıp pozisyonu değerlendirmesi filan komik ve üzücü şeyler.

Manchester United oynadı, Real Madrid kazandı gibi bir durumda oldu evet. Futbolun adaleti yok diyorlar, evet. Kuranın adaleti de yok işte. Olsa bu iki dev eşleşmezdi...

4 Mart 2013 Pazartesi

Are You Big Player?

Kederli bir Fenerbahçe taraftarının yine bir Galatasaray - Fenerbahçe maçından sonra tesislerin kapısının önünde Mateja Kezman'a ettiği bu laf, orada burada ve şurada Türk futbol literatürüne geçti diyebiliriz. O gün Mateja Kezman'a içtenlikle yönetilen bu soru zamanla bir çok futbolcunun böyle sorgulanmasına yol açmıştı. "Are You Player? Ha? Are You Big Player?"

Bazı adamlar vardır. Sahada ortalamanın üstünde oynamadığı her maç takımına zarar verir. Büyük futbolcudur kendisi, gol kralıdır veya işleyen sistemin en önemli çarkıdır fark etmez. Ama bunun aksine öyle adamlar vardır ki maçı evden izliyormuş gibi gözükse de görünmez katkısıyla takımı sırtlar, götürür. Her büyük takımda en az bir tane olması gereken ve hatta bunlardan olan isimlerdir.  Dün oynanan Beşiktaş - Fenerbahçe maçında bunlardan bir değil, birden fazla vardı. Ama bir tanesi maçın kaderini değiştiren ve her şeyi farklı bir boyuta çıkaran adamdı.

2010-2011 sezonunda flaş bir şekilde Fransa'nın en gözde futbolcularından birini renklerine katan Fenerbahçe, belki de dün yaşanacak olanlara çok ufakta olsa bir katkı sağlıyordu. Fenerbahçe forması altında unutulmaz performans sergileyen ve attığı gollerle herkesi büyüleyen o isim, sezonu 31 maçta 15 golle bitirirken attığı gol kadar da asist yapmayı başarmıştı. Ama unutulmaz sezonun ardından yaşanan şike süreci ve Katar'a uzanan yol... Bir anda ülkeye adım atan adam yine bir anda gözlerden kaybolmuştu. Tıpkı yeni sezonda kendisiyle ölümcül ikili olması beklenen Emenike'nin daha forma giymeden puf olup gitmesi gibi...


Katar dostumuza yaramadı. Sakatlıklar, formsuzluklar ve yaşam tarzının orayla uyuşmaması derken ilk sezonunda sadece 13 maçta forma giydi. Afrika Kupası'nda yaptığı tek asist koskoca yıldaki tek istatistiğiydi.  Ama yılmadı, çalıştı ve geri döndü. Sezonun ilk dokuz maçında dört gol atmayı başardı ama kısa bir süreli sakatlık, ardından tekrar yedek kulübesi ve unutkanlık...

Top ayağına en son Kasım ayının son haftasında değmişti. Son düdük çaldığında beş maçtır rakip fileleri yoklayamıyordu ve bu ondan Superman etkisi bekleyen Arapları memnun etmiyordu. Mutsuzdu. Ama Şubat ayında burada ondan daha mutsuz olan isimler vardı.

Aniden sakatlanan takımın bel kemiği ve gizli kahramanı Almeida'nın yerine forvet arayışlarına giren Beşiktaş, bütçesi doğrultusunda bir türlü yüksek standartlarda birini bulamıyordu. Üstüne üstlük hiç beklenmedik bir şekilde şampiyonluk yarışındaydılar ve ligin ikinci yarısı ilk yarısına göre daha çetin geçecekti. Buraları bilen bir adam lazımdı. Yarışın önemini kavrayabilecek, gerektiğinde sırtlayabilecek bir isim ama Katar'a hiç bakılmadı, o akıllara hiç gelmedi. Galatasaray olağanüstü şans ortamından faydalanıp, bütçesiyle de iki önemli transfer yapınca Beşiktaş yöneticilerine ve transfer komitesinin jetonu düştü. Sneijder ve Drogba gibi sevimsiz şartlar altında kalmış futbolcular elbet vardı ve bizim bütçemize uygun bir biçimde elbette birini bulurduk. İşte Beşiktaş orada yeni bir Big Player buldu.


Mamadou Niang... Her ne kadar Drogba transferinin büyüklüğü arkasında sinip kalmış olsa da Niang, forma giydiği dönemden beri Drogba'ya nazaran takımına çok büyük katkı sağlamayı başardı. Üstüne üstlük "ölü haliyle bile" demiş olsak ağır bir iddiada bulunmuş olmayız. Kasım ayından beri ayağına top değmeyen uzunca bir süredir de idmanlara da çıkmayan bir isim, geldiği gibi giymeye başladığı formasıyla inanılmaz bir ivme yakadı. Almeida'nın yokluğunda topu ileride tutan adam olmasının yanında kanatlara kayarak takımın hücuma çıkarken en büyük kozlarından biri oldu. İlk maçı olan Elazığspor karşılaşmasında 81'de oyuna girerken, öyle ya da böyle zar zor kaleye gelen Beşiktaş bir anda zeka dolu ataklar yapmaya ve topu ileri taşımaya başladı. Gol yok, asist yok ama asıl önemi bir maç sonra ortaya çıktı. 78. dakika da Niang oyundan çıkana kadar neredeyse tek kale oynayan Beşiktaş, o dakikadan sonra ileride top tutamamaya ve düzgün atak yapamamaya başlar. Akabinde son 10 dakika dayanamaz ve 1-0'lık üstünlük, son 10 dakika da düşen oyunla birlikte 1-1 olur ve şampiyonluk yarışında 2 puanın gitmesine sebep olur.

Olmuyordu, anlayamıyorduk... Henüz ikinci maçı ve fiziksel olarak bitik bir adam nasıl olur da iki maçta toplam 90 dakika civarında forma giymesine rağmen takıma bu kadar etki edebiliyordu. Bir adamın ölüsü bile bir takımın hücumlarını bu kadar etkileyebilir miydi? Etkiliyordu. Almeida'nın yerini tam anlamıyla olmasa da dolduran ve onu aratmayan isim henüz istatistik hanesine rakamlar ekleyememiş olsa da Beşiktaş'ı sırtlıyordu. Fenerbahçe maçı için dönüm noktası olmalıydı. Eski takımına karşı oynayacağı maçta artık bunu da yapmak zorundaydı. Nitekim rehavet ile başlayan ilk 30 dakikadan sonra Beşiktaş toplanırken takımın ileriye doğru çıkmasında Fernandes ile birlikte en önemli katkıyı sağlayan isimdi. Takımın bir diğer ölüsü bile yeter adamlarından olan Fernandes yine klasik bir duran top organizasyonundan golü attırırken Niang öne geçirici hamle için yerini almıştı. İnanılmaz bir golcü vuruşuyla takım öne geçerken, Niang'ın inanılmaz katkısı artık istatistik hanesine de işlemişti.


Santrasız gol, daha kolaylarını atamayan Olcay... Maç boyunca inanılmaz çabaladı ve maçın tartışmasız kahramanıydı. Ama çizgi romanlarda çokça karşımıza çıkar ya, bir süper kahraman her zaman tek başına yenemeyeceği bir kahraman ile karşı karşıya gelir. Yenemez, gizli bir el ya da bir dost ona yardım eder. Ya bir taktik verir ya da güç birleştirirler bilemem ama o yardım sayesinde kahraman düşmanını yener. Ardından kimse yardımcı eli konuşmaz, kahraman ise bütün övgüye nemalanır ve herkes onu konuşur. Dün Niang, o kahramanın yancısıydı. Attığı harika golün hakkı elbet verildi ama Olcay'ın golün ona yaptığı asist sadece "iyi asist, mükemmel ötesi gol" kıvamında konuşuldu. Ama konuşulanların aksine o öyle bir pastı ki, pozisyon içinde bir değil beş Volkan olsa yine de tek avantajlı isim Olcay'dı. Ölüsü bile pozisyona sokuyordu... Olcay'da harika performansını en harika biçimde ödüllendirirken Niang'ta bundan nasipleniyordu.

Ölüsü bile iş yapan adam... Beşiktaş'ta bunlardan çok var. Bazıları formsuz olduğu için ölü, bazıları moralsiz oldukları için ama yavaş yavaş işler yoluna girmeye başlamışken kazanılan bu derbi, takımı ritme sokacak ve ölü denilen isimlerde tabutlarından çıkarak avlanmaya başlayacaklardır. Dün Fernandes ilk defa büyük maç kazandırırken ona destek olan Niang bunun en güzel örneğiydi. Form yakalanması ve Almeida'nın takıma dönmesiyle birlikte takım bu ivmeyi devam ettirirse hayal olan şampiyonluğun kapıları belki biraz olsun Beşiktaş için aralanabilir.

Ölü adamın sandığı... 1 gol 1 asist... Are You Player ?

İnönü'de son derbi


İnönü Stadı sadece Beşiktaş için değil, Fenerbahçe ve Galatasaray, hatta milli takım için de çok önemli hatıralara ve öneme sahip. O efsane stadı yıkılırken inanıyorum, sadece Beşiktaşlılar değil tüm futbolseverlerin gözleri dolacaktır.

Dünkü derbi de o stadın tarihine uygun bir oyuna ev sahipliği yaptı. Sahada bolca hata vardı belki ama oyunun temposu ve oyuncuların çabası alkışı hak etti. Beşiktaş adına İnönü'deki son derbiyi kazanmak tabi ki çok hoş oldu. Hele ki son saniye golü ile coşku tavan yaptı.


İlk yarının ilk yarım saatindeki Fenerbahçe üstünlüğü ezici seviyedeydi diyebiliriz. Beşiktaş hiç top yapamazken, Fenerbahçe tarafında gol geliyorum diyordu. Ben bile maça konsantre olamadım bu üstünlükten dolayı. Lakin önce verilmeyen nizami gol, üstüne de Sow'un "Haydi, buna da bayrak kaldır!" golü ibreyi Fenerbahçe'ye iyice çevirdi. Sow kafayı vururken üç tane Beşiktaşkının birbirini savunması da ayrı bir komedi. Sayılmayan golün pozisyonunda bile ofsayt olmadığı televizyondan dahi anlaşılabiliyordu. Tabi burada orta hakeme de kızılacak bir durum yok. Tek sorumlusu yan hakemdir. O pozisyona ofsayt kaldırabilmek için bir kişinin ya korner bayrağının dibinde ya da defansın baya gerisinde duruyor olması gerekir.

Maçın üçte birlik bölümü bittikten sonra Beşiktaş kendine geldi. Golün etkisi ile de oyunu dengeledi ve en iyi yaptığı şey olan, duran toptan golü buldu. Bu sezon şu ana kadar Hilbert üç, Toraman beş, Sivok beş ve Ersan'ın bir golü var. Toplam 14 golü defansından bulan Beşiktaş, bu maçı da es geçmedi. Fernandes'in ortasında topa hareketlenen Ersan, Sivok ve Toraman üçlüsüydü. Nitekim Ersan kafayı vurdu ve top Kuyt'a çarpıp girdi, Volkan'ı da kitledi.

İkinci yarı dengeli başladı. İlk yarı sahada görünmeyen Olcay'ı Samet Aybaba uyarmış olacak ki kendini toparlamıştı. Fernandes de maça iyice ağırlığı koydu. Önce Emre'yi efsane çalımladı, Emre de cezayı tekme ile hakemin önünde kesti. Daha sonra çizgide yine Emre'yi çalımladı, üstüne Bekir'e attığı ince ve klas çalım gerçekten görülmeye değerdi. Zaten üçüncü de Emre yine cezayı kesti. Normalde derbilerde bu kadar oyuna giremiyordu Fernandes. İşte bu maç liderliğini yaptı takımın. 

Çıkarken tepki gösteren ve şişeleri tekmeleyen Gökhan Süzen'in yerine oyuna giren Emre Özkan'ın önce goldeki ortası ve daha sonra da girdiği kademeler çok yerindeydi. Olması gereken değişiklik buydu. Gökhan'ın ise bu kafasını düzeltmesi gerekiyor. Yol geçen hanına dönen kanadı sorgulamak yerine oyundan çıkarken atar yapmak çok akıllıca bir davranış değil. Ersan'da aynı şeyleri yaşadı lakin dönüşü için ona da ders oldu. Niang'ın gol vuruşu baya iyiydi. Yalnız golde de Bekir'in hatası fenaydı. Nitekim beş dakika geçmeden Sivok, Bekir'e özenmiş olacak ki Sow'un onu ezmesine izin verdi. Gerçekten çok klas bir goldü. Sow bence şu an ülkedeki en iyi forvet oyuncusu. Her an her topa bir şekilde vurabiliyor. Vurmakla kalmayıp, çoğunda da golü atıyor. 

Olcay'ın son saniye golündeki deparı derslik gibi. 92 metreyi 14.94 saniyede koşmuş. İnanılmaz gerçekten, 90 dakika sahanın en çok koşan oyuncularından birinin maçın sonundaki bu performansı alkışa değer. 

Maçtan sonra gariptir ki hakem çok konuşulmadı, onun yerine Aykut Kocaman konuşuldu. Orta sahada direnci kaybettiği anlarda oradan iki oyuncu çıkartıp, sadece Mehmet Topal'ı oyuna alması belki de kazanacağı maçı vermesi oldu. Çünkü Beşiktaş baskıyı kaldıramıyor ve panik yapıyor. Yediği gollerde genelde bu şekilde. Zaten duran top zaafı olan bir takım, üstüne gitselerdi golü bulurlardı. 

Fenerbahçe Daum ve Zico dönemlerinden beri derbi kazananı (winner) bir takımdı. Daum döneminde başlayan bu özellik Aragonese döneminde bile vardı. En kötü döneminde dahi bu özelliğini hem sahada hem saha dışında psikolojik olarak kullanabiliyorlardı. Fenerbahçe'nin ciddi kıskanılan bir özelliği idi benim için. Fakat bu özellik bu sezon iyice azalmış durumda. Sahada güven vermeyen bir takım var. Bu kadar kaliteli bir kadro ile bunun yaşanması cidden üzücü. Dünkü maçta kenardan oyuna girebilecek ve takımı etkileyecek bir tek Oğuzhan vardı. Emre Özkan biraz ekstra oldu. Fenerbahçe de ise birden fazla isim varken bunu gerçekleştiremedi. 

Son olarak da Olcay ile Samet Aybaba'nın ilişkisi cidden çok güzel. Almanya'da bu kadar etkin olamayan Olcay'ın potansiyelini göstermesini sağladığı için ona da teşekkür edilmesi gerekiyor.

1 Mart 2013 Cuma

Şenes Erzik ile hoş bir sohbet

17 Şubat 2013 tarihinde arkadaşımın davetlisi olarak Kadir Has Üniversitesi’nde Şenes Erzik’in katıldığı bir panele gittik. Beş dakika geç kaldım, umut ettim zamanında başlamaz diye ama Şenes Bey çok dakik. Tam 12:00’de başlayan sohbet, bitmesi gerektiği saatte de bitti. Sohbetten bana göre güzel yerlerinden bir kaç notu sizinle paylaşacağım.

En merak edilen konu sanırsam Türkiye Federasyonu Onursal Başkanı Şenes Erzik’in yeniden federasyon başkanı olma ihtimali. Nedense ümitlenmediğim ama keşke olsa dediğim konu da kendisine sorulan sorulardan biriydi. Daha önce kendisine üç kere filan teklif edilmiş ama hepsini reddetmiş. Nedenini çok güzel açıkladı, özetle: “Aynı heyecan olabilir mi?”. Çok güzel ve doğru bir düşünce kanımca. Çünkü kendisi başkanlık döneminde bazı şeyleri ilk kez yaptı, haliyle hadi arkadaşlar bunları bunları kuruyoruz dediği an ile şimdiki an bir olamaz. Kabul edelim ki şu an federasyon güvenilmeyen bir kurum haline getirildi.

Her şeyin başının altyapı olduğunu belirtti. Son dönemde iyice duyduğumuz altyapı önemini, Türkiye’de geliştiren kişiden bir kez daha duyduk. Neden küçük takımların milli kadrolarının oluşturulmasından, o yaştaki çocukların milli takımda oynama sebeplerini çok güzel izah etti. Bu noktada Uğur Meleke’nin söylediği bir söz geldi aklıma. Alt milli takımlarda İbrahim Toramanlı Türkiye’nin Christiano Ronaldolu Portekiz’i yendiğinden bahsetmişti zamanında. Şimdi biri nerde, diğeri nerede...

Verdiği en önemli ve güzel mesajlardan biri de dünü geride bırakarak yaşamamız gerektiği idi. Geçmiş olaylardan örnekler sorulduğunda verdiği cevap hep aynı mesajı içeriyordu: “Artık oluyor mu?” Hepsine bir çözüm veya düzenleme getirildi. Ondan sonra öyle bir şey gördüğümüzü düşündürdü. Nitekim verilen örneklerin yeniden tekrarlanmadığını gördük. Saha içi olayları olsun, büyük turnuvalardaki dopingler olsun...

Sorulardan bir diğeri ise neden UEFA başkanlığına adaylığını koymamasıydı. İşini her zaman dürüstlükle yaptığını belirtti, bunun yanında hiç bir zaman da hırsının gözünü karartmadığını da ekledi. Bu şu demek: Ben işimi doğru ve dürüstçe yaparım, bana da yeni görev verirlerse de hayır demem, aynı doğrulukta devam işimi yapmaya devam ederim. Yani kendisi hiç aman başkan olayım gibi bir duygu hissetmemiş, hele ki ona güvenenlere karşı. Belki de bu yüzden bu kadar başarılı olmuştur. Kendisinin hep Lennart Johansson ile çalıştığını, ona karşı aday olmadığını belirtti. Platini, UEFA başkanlığını 26-23 oyla kazandığını, kendisinin asbaşkanlık seçiminde 38 oy aldığını... Sadece bu oy sonuçları ile ne demek istediğini anlamamıza yardımcı oldu. Demek istediği “Bu size bir şey ifade ediyor mu?”

Almanya’daki Dünya Kupası öncesi verilen bir yemekte BM Genel Sekreteri’nin “Bizden çok ülkeye yayıldınız” ifadesi ile de futbolun toplumsal ve global gücüne de değindi. Ufak adı sanı duyulmayan ülkelerin FIFA’ya katılmalarının çok sesliliği arttırdığını, demokrosi ortamının geliştiğini ifade etti.

Son olarak, Şenes Erzik konuşmasının başında ve sonunda futbolla ilgili en büyük kaygısının bahis olduğunu belirtti. Büyük liglerde kontrolün yapılabildiği ama alt liglerde kontrolün zor olduğunu belirtti. Haliyle bu bahis olayların ucuda şikeye dayanıyor. O meşhur Şampiyonlar Ligi’ndeki Lyon - Dinamo Zagreb maçı sorulduğunda, esprili bir dille “Onu Platini’ye sorun” diye cevapladı.

Not: Bu yazıyı bu tarihte yayınlama sebebim, yazının başka bir blogda daha yayınlacak olmasıydı..