28 Haziran 2013 Cuma

Herkesin İçinde Vardır Masum Bir Piç, Gelsin Artık Slaven Bilic

Aslında bu yazıyı daha önce yazmayı planlıyordum ama hem UEFA'dan gelen karar, hemde iş güç derken Bilic'in hava alanında yaptığı ilk açıklamaya kadar sarkıttık. "En Büyük Beşiktaş" şeklinde Türkçe yaptığı jest ve kısa basın toplantısıyla birlikte onunla eğlenceli bir sene geçireceğimiz çoğu kişi tarafından düşünülüyor olsa gerek. Sportif olarak başarılı olacak mı olmayacak mı bilinmez fakat yıllardır dillere plesenk olan ve aslında özlenimini duyduğumuz "Beşiktaş'lı Duruşu" tabirini de sonuna kadar taşıyacağına emin olabiliriz.

Benim yaşım tutmaz. Bize hep anlatılırdı Beşiktaş öyle, Beşiktaş böyle diye. Futbolla ilgilenmeye başladığım dönemden beri sadece başarıya odaklı olarak yönetilen fakat ilk üç takımı olmaktan öteye gidemeyen bir Beşiktaş görmüştüm. Geçmişi anlatılan günümüzün Beşiktaş'ında da öyle ahım şahım şeyler yoktu. Bize anlatılan Beşiktaş, hiçbir zaman endüstriyel futbola hizmet etmeyen ve sadece taraftarına futboldan zevk almasını sağlayan bir takımdı. Sadece günlük sorunlarını kenara itip futboldan zevk almaya çalışanların desteklediği takımdı. Özellikle 80 sonrası kendini hiçbir yere ait hissetmeyenlerin takımıydı. Özellikle 90'larda bu takımın taraftar kitlesine baktığımızda çoğunlukla solculardan, işçilerden, eşcinsellerden veya eğitim seviyesi yüksek kişilerden oluştuğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Almanın St. Pauli'si kadar olmasa da Türkiye için ötekilerin ya da ötekileştirilenlerin takımı Beşiktaş olmuştu. Peki ne oldu?

2000'ler ve sonrası Beşiktaş endüstriyel futbola hızla yenik düşerken, sonun başlangıcı olarak Yıldırım Demirören'in başkanlığa seçilmesi şuan aradığımız o duruşunda, Beşiktaş'ın da kimliğini değiştirir hale getirdi. Ötekilerin takımı artık sıradan bir endüstriyel futbol takımı haline dönüşmeye başlamış ve gereksiz yere kendisini Fenerbahçe - Galatasaray çekişmesinin arasına sokmaya çalışmıştı. Her geçen gün Çarşı dahil taraftar gruplarının da bilinçlerini kaybetmesi, ötekilerin tribünden uzaklaşmasına ve sorumsuz bir taraftar kitlesinin çevreye hüküm sürmeye başlamasına sebep olmuştu. Demirören dönemi Beşiktaş'ın en karanlık dönemiydi ve Beşiktaş neredeyse kimliğini kaybetmek üzereydi.

Ne mi oldu? Kimileri için felaket ama bana kalırsa Beşiktaş'ın kurtuluşunun başlangıcı olduğu için mucize... Şike davası sonucu Demirören, Recep Tayyip Erdoğan'ın futboldaki kuklası olmak için Federasyon başkanlığına doğru yol alırken Beşiktaş'ın başkanlığına Fikret Orman geldi. İlk sezonu hatalarla geçmiş olsa da Beşiktaşlılık olarak adlandırdığımız bu duruşu kısmen de olsa sergilemeyi başardı. Kulüp menfaatleri için muhalif olmamak ve korkak politika izlemesi eminim kendisi de koyuyordur. Bir çok kötü karar ve hatasına rağmen herkes şunun bilincindeki en azından "gerçek bir Beşiktaşlı" kulübün başkanlığını yapıyor.

Geldik ikinci seneye, yine başlığı attık uzun bir giriş yaptık ama son bu gerçekten. Kulüp içindeki ilk yıl esasen Fikret Orman'ı kandıran ve kulübü sömüren kemirgenlerin gölgesi altında geçti. Altınsay'ın, Cem Bilge'nin, Mesut Urgancılar gibi isimlerin küstürülmesi ve Tamer Kıran, Levent Erdoğan gibi kan emicilerin kulübe hakim olmaya çalışması neyse ki sonunda Fikret Orman tarafından fark edildi ve sonuçlar malum. Fikret Orman tecrübenin en ağırlarından birini yaşayarak öğrenmişti ve artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.

İlk hamle bu ülkede futbol organizasyonu diyince akla gelebilecek en yetkin isimlerden biriyle anlaşmak oldu. Beşiktaşlı duruşuna harfiyen uygun, görüşleriyle ve fikirleriyle bile medyayı ezebilen bir insan olan Önder Özen takımın başına getirildi. Teknik direktörlük arayışları devam ederken ülke tarihinin en önemli olaylarından birinin meydana gelmesi ise süreci baştan sona değiştirdi.

31 Mayıs sabahı yataklarımızdan kalktığımızda hiç kimse gün sonunda gelinen noktayı hayal edemezdi. Korku ve baskı ile sürekli bastırılan kesim "artık yeter" diye sokaklara inmiş ve faşist zihniyetli hükümete karşı ayaklanmıştı. İlk gün bitmeden ötekilere destek vermek için yine öteki kimliğini bu sefer tamamen hatırlayan Çarşı'da sokaklara inmişti. Yıllarca çeşitli etkinlikleriyle hep ötekilerin yanında olmaya devam etmişti Çarşı ama Beşiktaş'ın bozulması resmen ona da yansımıştı. O da bozuluyordu, ama onlarda Fikret Orman sonrası Beşiktaş gibi gidişe dur demek için bir fırsat yakalamıştı. Ve dur dediler... Bu işte o kadar başarılı oldular ki ülkenin başbakanı onlara "TERÖRİST" sıfatını yakıştırdı ama ünlerinden faydalanmak için toplama kampı mitinginde çakma Çarşı bayrakları açtırdı.


Çarşı 1982'de kurulduğundan beri ötekilere sahip çıkmaya, unutulanları hatırlatmaya çalışmıştı. Gezi Parkı olayları sırasında yaptıklarıyla bir kez daha hatırlattılar. Onlara sırtlarını çoktan dönmüş olan benim gibi Beşiktaşlılar bile semte inerek, gerekte Gezi Parkı'nda Çarşı'ya Beşiktaş'ın kendisiymiş gibi sahip çıktılar. Çarşı ve Beşiktaş hiç olmadığı kadar bir araya gelmiş ve adeta "ötekilerin takımı" niye geçmişte bu ünvanı hak etmiş ki diye soranlara tokat gibi cevabını vermişti. 3 Temmuz sürecinde biz uyurken olayları gören önemli bir kesim Fenerbahçe taraftarının da Çarşı'ya sürekli destek vermesi, Beşiktaş'ı rekabetin bir kısmı olarak değilde eskisi gibi dost görmelerine sebep olmuş mudur bilinmez ama Demirören dönemi oluşturulan düşmanlığın dostluğa dönüştüğü artık kesin gibi bir şey...

Çarşı bu kadar aktifken ve Beşiktaş artık özüne tamamiyle dönmüşken kulübün bunu lehine çevirmesi gerekiyordu. Ne yapılacaktı? Stad yüzünden kulüp tepki koyamıyor. Çoğu iş adamı yönetici faşist yönetimi karşısına almak istemiyor. Duruş gerekiyordu. O duruşa sahip bir adam gerekiyordu.

Bana kalırsa onca TD ismi geçerken ve hatta Prosinecki ile anlaşmaya neredeyse çok yakınken iplerin hepsiyle kopup bir anda Rusya'dan Bilic'in getirtilmesi tesadüf olamaz. Önder Özen en başından beri Bilic listemdeydi dese de olayların tam üstüne, biz artık onu unutmuşken onun getirtilmesi tesadüf olamaz. Olabilir mi? Dinle o zaman...

Slaven Bilic... Babası 1971 yılında o dönemlerde Yugoslavya'ya bağlı Hırvatistan'da başlayan ve son dönemlerde Hırvat Baharı olarak adlandırılan ayaklanmanın liderlerinden biriydi. Otonomi hakkı için yapılan bu ayaklanma sonucunda bir millet uykudan uyandırılmış ve sonucu geçte olsa görülmüştü. Lakin o dönemler küçük Slaven için hiçte hoş geçmemişti. Babasının liderlerden biri olması önceleri ailenin çok zorluk çekmesine sebep olmuş, ardından yine babasının fişlenmesinden dolayı Yugoslavya içindeki yaşamları ciddi anlamda çekilmez hale gelmişti. Bilic'in siyasi görüşleri de bu yaşlarda şekillenirken aykırı kişiliği de yine oturmaya başlamıştır. Babasına yapılanlar başkalarına yapılmasın diye öğrenim hayatını da buna göre şekillendirmiş ve hukuk okumuştu. Fakat başka bir hayali daha vardı.


1989 yılında profesyonel olarak doğduğu kentin takımı olan Hajduk Split'te futbola başlayan Bilic, kısa sürede göze batmayı başarmıştı. Lakin adını dünyaya tanıtan ilk şey performansı değil, Yugoslavya Milli Takımı'ndan kendisine gelen teklifleri üst üste reddediyor oluşuydu. Sebep mi? Basit. Babasına yıllardır zulüm yapanlar adına oynamayacaktı... Oynamadı. Taa ki Hırvatistan bağımsızlığını kazanıp, milli takımını kurunca koşarak onlar adına oynamaya gidene kadar...

Bilic futbolculuk kariyeri boyunca parlak dönemler geçirmiş olsa da çoğunlukla baş altı bir stoper olarak gösterilmişti. Aslında çok daha fazlası olabilecek bir adam iken aykırılığı o dönem için aşırıya kaçmıştı. Nitekim Avrupa'da gittiği kulüplerde o tip oyuncuları seven kulüpler olunca kendisi adına iyi bir kariyer çıkardığını söylemek mümkündü. Ama asıl parlamasını teknik direktörlük döneminde yapacaktı.

Futbola hem başladığı hemde bıraktığı kulüp olan Hajduk Split'te ilk antrenörlük deneyimine çıkan Bilic, ortalama sayılabilecek bir yıldan sonra Hırvatistan U-21 kadrosunun başına getirtilir. Efsanesi de burada başlar. Gençler ile kurduğu iletişim, oynattığı modern oyun ve tabii ki medya ilişkileri... Bilic'in takımı 2 sene boyunca çok başarılı olamaz ama jenerasyon onun önderliğinde inanılmaz bir gelişim göstermiştir. Genç futbolcular onu çok sevmektedir. Antrenörlüğün yanında müzisyende olan Bilic, ülkesinde çok tutulan Rawbau adlı bir rock grubunun da basçısı ve söz yazarı olarak gençler tarafından tanınmaktaydı. Sadece takımında çalıştırdıkları değil, ülkedeki her genç...

2006 yılında onlarca aday varken Kranjcar'dan boşalan koltuğa Bilic'in getirilmesi bu yüzden eleştirilmemişti. Nitekim 2006 yılından sonra Hırvatistan milli takımı 90'larda yaşadığı başarıları yeniden yaşamaya başlamıştı. Bunun mimarı da tabii ki genç yeteneklerle dolu kadrosuyla Slaven Bilic'ten başkası değildi.

Srna, Pranjic, Kranjcar, Drpic ve Eduardo gibi alt takımdan oyuncularını milli takıma monte eden Bilic, ayrıca o güne kadar fark edilmeyen Corluka, Seric ve Leko'ları da davet etti. 2006 Dünya Kupası'nda neredeyse dibi gören Hırvatistan Milli Takımı, 2008 Avrupa Şampiyonası'na İngiltere Milli Takımı'nı saf dışı bırakarak katılmaya hak kazandı. O dönem yardımcıları arasında eski dost Mrmic ve yeni dost Prosinecki'nin de olduğunu hatırlatmak gerek. Evet, geçen haftaya kadar ki antrenör adayımız Prosinecki...


O turnuvada Hırvatistan garip bir favorilerden biri olarak gösteriliyordu. O turnuvada başlarına ne geldi en iyi de biz biliyoruz. Pletikosa'nın yıllar sonra Türk Telekom reklamında dediği "inanılmaz, bu olamazdı..." Türk Milli Takımı'nın öyle ya da böyle kurbanı olan parlak jenerasyon Bilic göreve başladığından beri ilk defa ağır bir darbe almıştı. Sanki durdurulamayacaklarmış gibi gözüken bir takım yenilmişti ve bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.

Bilic o zaman " Çok ilginç bir şekilde kazanıyorlar. Hem kaliteleri var hemde tarif edemeyeceğimiz bir şey var. Bu turnuvada onu sadece Türklerde gördüm. Böyle giderse final bile oynarlar. Bu yenilgiyi asla unutmayacağız ve yaşamımız boyunca aklımızda kalacak. " Kim bilir belki yıllar sonra milli takımı bıraktığında yine ilk görüştüğü takımın Beşiktaş olması, o zaman duyduğu bir hayranlıktan kalma düşüncedir. Bir arzudur, hırstır.

"Sadece inanç yetmez. Bizde inanıyoruz tabii ama kalite şart. Ve bizde gerçekten her yönden kaliteli oyunculara sahip bir takımız. Bu yüzden kaliteliyiz." 

2008'de Türkiye gibi bir takım tarafından elendikten sonra Bilic'in o koltukta fazla oturmayacağı düşünülüyordu. Fakat öyle olmadı. Hırvatistan Futbol Federasyonu hocasının arkasında durdu ve yola devam dedi. Bunu demelerinin en temel sebebi oyuncular ile Bilic'in arasındaki inanılmaz bağdı. Bilic, oyuncularıyla kurduğu aile ortamı sayesinde sürekli başarılara koşuyordu. Zaman zaman aykırı davranışlarından ötürü birçok oyuncusuyla zor günler yaşasa da hiçbiriyle Fatih Terim vs. Fatik Tekke, İbrahim Toraman, Mehmet Topal tarzı küskünlüklere girip milli takım kapılarını onlar için kapatmadı. Dönem dönem çağırmadığı isimleri de gerçekten hak ettiğinde formasına kavuşturdu ve saygı/sevgi çerçevesinde bir takım kurmayı başardı.

Bilic'in yakaladığı başarının Hırvatistan'ı 2010 Dünya Kupası'nda da zirve adaylarından biri yapacağına dair inanışlar güçlenmeye başlamıştı. Ama kaderin cilvesi olsa gerek ki bir önceki turnuvada saf dışı bıraktıkları İngiltere, bu sefer onları saf dışı bırakmış ve Hırvatistan futbolun en büyük kupasına katılamamıştı. Türkiye yenilgisi sonrası bir kere daha tokat yiyen Bilic için yine bu sefer tamam derken onlar yine devam kararı aldı. İstikrar!

Kadro her geçen gün gençleşiyor ve Hırvatistan'ın oyun düzeni oturarak Avrupa'nın en sağlam takımlarından biri haline geliyordu. 2012 Avrupa Kupası için her şey yolundaydı. Kupa başlar, fakat Hırvatistan çok şanssız bir şekilde grupları geçemez. Artık tamam dedik, Bilic kovulur dedik ama kovulmadı. Hırvatistan federasyonu Bilic ile devam dedi. Lakin kendisi artık tamam diyerek, yorulduğunu ve kulüp çalıştırmak istediğini söyleyerek federasyondan ve oyuncularından affını diledi. Kötü bir ayrılık oldu, ama küskün taraf yoktu. Olması gerektiği gibi, medenice ve insani ...

Geçtiğimiz yıl turnuva sonrasında işi bırakan Bilic'e ilk ciddi taliplerden biri yine Beşiktaş'tı. İbrahim Altınsay'ın da desteklediği ve getirtmek istediği isimlerden biri olan Bilic, ta kaç paragraf önce dediğimiz gibi Tamer Kıran ve Levent Erdoğan lobisinin kurbanı oldu desek yeridir. Yıllık sadece 1.5 milyon euro gibi bir para isteyen Bilic'e bunu çok gören yönetim, onu askıya alır. Altınsay'ın istifasından sonra ise Bilic'in buraya gelmesine imkan yoktur. O da "teklifler arasında kafama en çok yatanı" dediği Rusya'da halkın takımı olan, Sovyet döneminde rejim karşıtlığıyla bilinen Lokomotiv Moskova'ya gider.

Aslında işler orada Bilic için çok iyi başlar. Fakat yönetim ve taraftar arasındaki gerginlik büyüdükçe büyür. Bilic yine taraftarın sevgilisidir ve yönetim tarafından bu sevilmez. Nitekim yer yer yönetime de karşı duruşunu gösterir. Yönetimci oyuncular ile de arası açılır ve çalkantılı geçen sezondan sonra Lokomotiv, ligi 9. bitirerek 1992'deki şampiyonluktan beri aldığı en kötü dereceyi alır. Yönetim suçu Bilic'in üstüne yıkar. Bilic'te sorumluluğu alır ve istifa etmeyi düşünür ama taraftar istemez. Bilic için gelecek belirsizdir ama ona yeni kapı eski dosttan tekrar açılır.


Bilic'in 4-5 gün önce Beşiktaş ile anlaştığı resmen duyurulmadan sadece 4 gün önce Lokomotiv ile resmen ayrıldığı açıklanır. Adeta o teklifi beklermişçesine Rusya'daki sözleşmesini askıya alan Bilic, direkt bu ülkeye adımını atar. Karar verme aşamasında yabancı kanallardan gördüğü (Yerli medyanın durumu malum) eylemciler ve tabii ki Çarşı grubunun yaptıkları onu etkilemiş olabilir mi? Bilemeyiz.

İlginç bir kariyer ve gittiği her yerde halkın adamı olmasıyla bilinen bir isim olan Bilic, Türkiye'de belki de gelebileceği en doğru adrese adımını attı. Öteki adam, ötekilerin takımına imza atarken ilk sözlerinden biri "gençler" oldu. Genç, dinamik ve kimliği olan bir Beşiktaş için atılmış en doğru hamlelerden biri yapıldı. Bunun baş mimarlarından biri olan Önder Özen ise üstte uzunca anlattığımız bu adamı Beşiktaş'a getirerek bir kez daha ne kadar üstün zekalı bir insan olduğunu gösterdi. Nokta atışı diye buna denir.

Oyuncular ile birebir iletişim kurmayı seven ve hiyerarşiden ziyade dostluğa inanan bir teknik direktör portresi Türkiye'de tutar mı bilemeyiz. Sosyal kişiliği, hızlı yaşantısı Türk medyası tarafından yerden yere vurulacak, onu sürekli aşağıya çekmeye çalışacaklar biliyoruz. Sportif olarak Türkiye şartlarına adapte olabilecek mi? Bilemeyiz. Ama bildiğimiz tek şey Beşiktaş'ın teknik direktörlük koltuğundaki adamın bizden biri olduğu ve takımın artık özünde olduğu gibi sadece ve sadece "çok daha eğlenceli" olacağıdır.

Hoş geldin Bilic...

İşin bayağı zor ama üzülme, eminim bu taraftar seni çok sevecek ve temennim odur ki yıllarca birlikte olacağız. Medya seni her aşağıya çekmeye çalıştığında bu taraftar sana sahip çıkacak. Çünkü sen hepsinden daha farklısın, burayı sadece "iş" olarak görmüyorsun. Buraya bir amaç uğruna geldin.

O yüzden taraftar seni "Bize bira yasak, ayran iç Bilic" diye karşıladı. Eninde sonunda bunu anlayacağını biliyor.

Umuyoruz ki nice güzel yıllar geçiririz!