24 Aralık 2013 Salı

İshak Doğan Balonu

Peşin konuşayım, lafı dolandırmayım, İshak Doğan ikinci Sabri’dir.

Futbol hayatına Arminia Bielefeld II’de başlayan 1990 doğumlu gurbetçi oyuncumuz burada aslında forvet ve forvet arkası oynamış. “Sametoca” almış bu arkadaşı sol bek yapmış. Ankaragücü ligden düşünce Karabükspor’a transfer olmuş.

Karabükspor’un son 5 maçını canlı izledim. İshak sol bek oynuyor, ayrıca takımın duran top kullanıcısı konumunda. Bir noktadan sonra o kadar dikkatimi çeken şey; top tekniği ve fundamentali o kadar zayıf ki takımın adeta zayıf halkası. Ama çevikliği ile sanki her an bir şey yapacakmış gibi, aslında hiçbir şey yapmıyor. Bir noktadan sonra özellikle onu izlemeye başladım ve vardığım yargı şudur: Tam bir balon!

Velhasıl Sabri’nin yıllarca hem Galatasaray’da hem de milli takımda ekmek yiyebildiğini düşünürsek bu arkadaşımız da kendisine yer bulabilir. Sonuçta Türkiye fırsatlar ülkesi!

Kendisini izleyip eğlenceme bakarım diye düşünürken Galatasaray’ın sol bek için düşündüğü haberleri ile şok oldum. Sağda Sabri solda İshak ile çabuk yaşlanma belirtileri gösteren bir Galatasaray taraftarı profili karşımıza çıkabilir. Aman dikkat! 

20 Aralık 2013 Cuma

Ee yuh artık!

Burada hiç hakem ve federasyon eleştiren yazılar olmayacaktı. Bu blogu açarken özellikle arkadaşlara da belirtmiştim de bu kadarı da fazla. Geçen hafta hakemleri koruyan bir yazı yazmaya başlamış, sonra bekletmiştim. İçime doğmuş resmen.

Dün Kasımpaşaspor - Beşiktaş maçının faturası çıktı. Kasımpaşa'ya 2(!) maç seyircisiz ve Motta'ya 3 maç ceza + para cezası verildiğini öğrendik. Hani ağzıma geleni söylüyorum filan ama içindeki fırtına dinmiyor. Bu kadar adaletsiz, taraflı ve şuursuz bir ceza olabilir mi? Herifin teki sahaya girecek, futbolcuya saldıracak ve üstüne bir gün sonra serbest bırakılacak ama ona vuran oyuncu 3 maç ceza alacak. Güvenliği sağlayamayan ev sahibi takıma ise sadece 2 maç ceza verilecek. Beşiktaş ligden çekilsin, istedikleri olsun bari de en azından adam gibi yönetsinler. İçine sıçmasınlar ligin de daha fazla.

Aynı hareketi yapan Almeida'yı ikinci sarıdan atarken, Motta'yı direkt kırmızıdan atması zaten abesken adama 3 maç ceza vereceksin, sonra para cezası da bonusu olacak. Ben haberi okurken devamında hapis cezası filan bekledim.

Madem öyle bundan sonra maçlarda gole giden oyuncunun üzerine taraftar salalım, hem ona vuran da kırmızı görsün, hem de top bizde kalır. Sonunda da vuran oyuncu suçlu oluyorsa müthiş bir taktik olur.  Bu kadar saçma sapan iş yapılmaz arkadaş!

Beşiktaş yönetimine artık çok daha fazla iş düşüyor. Bu kadar büyük haksızlıklara karşı çok planlı ve güçlü hareket etmeleri gerekiyor.

Not: Sahaya giren kişilere fiziksel müdahale ettikleri için Almeida ve Motta'nın kırmızı kartına hiç bir lafımız yok. Belki de o gün sahada verilen tek doğru karar Motta'nın kırmızı kartıydı...

7 Aralık 2013 Cumartesi

Gazozuna Kupa


Hafta içi kupa mesaisine çıkan ülkemizin büyük takımları aslında güzel bir sınav ve akabinde mesaj verdiler. Çoğu büyük ve baş altı takım sürpriz bir şekilde alt ligden gelen ekiplere mağlup olurken futbolu yöneten kesimlere de en sağlam cezayı kestiler. Kim bilir, biz anlamadık ama belki de bu sezon kupanın böyle sürprizlere açık olacağı sezon başından belliydi.

"Her maç 250.000 euro oyuncularımıza prim ödüyoruz. Toplam da oyunculara 3 milyon euro prim dağıtıyoruz. Federasyondan ise bunun karşılığında kupa galibi olarak toplam 1.5-2 milyon euro alıyoruz. Oyuncularımıza verdiğimiz final primiyle birlikte nereden baksanız 2 milyon eurodan fazla zararımız oluyor. Eğer federasyon buna bir önlem almaz ve statü değiştirilmezse biz A2 takımıyla maçlara çıkacağız ve yenileceğiz."

Bu sözler yanılmıyorsam geçen Mayıs ayındaki bir kongre de Aziz Yıldırım tarafından söylenmişti. Kupadan bir kâr sağlamıyoruz. O gün Aziz Yıldırım için her şey paradan ibaretmiş gibi gösterilmiş olsa da aslında bu ülkenin futbolundaki temel bir sorun bir kez daha gün yüzüne çıkarılmıştı.

"Yönetim başarısızlığı ve yandaş kayırma..." 

Türk futbolunun 2000'lere kadar başından ne geçmiş olursa olsun tartışmasız en büyük takımlarından birinin itibarını dibe batırıp neredeyse kayyum ayağına kadar çekmeyi başarmış bir insanın, siyasi otoriteler tarafından başa getirilmesinden sonra zaten ne beklenebilirdi ki?

Mehmet Ali Aydınlar döneminin başarılı bir uygulaması olarak önce dünyanın en saçma sistemi olan gruplu kupa eliminasyon sistemi kaldırılmış ve baştan sona tek maçlı eleme sistemine geçilmişti. Bir seneliğine de olsa kupa gerçekten heyecan arz eden bir şey olmuş ve alttan gelen takımların büyük takımların zevk pompası olması engellenmiş, hatta ciddi bir tehlike olmaları sağlanmıştı. Örneğin o dönem 2. Lig Beyaz grupta yer alan Buğsaşspor, PTT 1. ligden birçok rakibi saf dışı bırakarak 4. tura kadar gelmeyi başarmış ve adından söz ettirmişti. Örneğin az forma şansı bulmuş olsa da Şener Özbayraklı'nın ilk fark edildiği maç şuan ki takımı Bursaspor'a karşı oynadığı 4. tur eleme maçıydı. Sezon sonu Bursaspor onu kadrosuna katacak ve ülke bazında ün yapacak performanslara imza atacaktı. Ha keza aynı turda kendi evinde sürpriz bir şekilde neredeyse tam kadro Beşiktaş'ı elemeyi başaran Boluspor'un yıldızı Ferhat Kiraz da adından söz ettirecek ve Süper Lig de yine Bursaspor'a imza atacaktı. O dönem düşüşte olan Sivasspor'un da tekrar yükselişinin başlangıç dönemine en parlak örnekte yine Türk Telekom Arena da o sene şampiyon olacak Galatasaray'ı yenmeleri gösterilecekti. Çeyrek final sonrası da kıyası mücadelelere ve büyükçe önemsenen maçlara ev sahipliği yapan kupayı kazanan Fenerbahçe, çeyrek yüzyılı aşan Türkiye Kupası hasretine son verecekti.

Ne güzel bir hikaye, ama işte her güzelliğin olduğu yerde rant vardır ve rantın olduğu yerde yaşam belirtileri son bulur.

O sezon aynı zamanda kupanın yayın haklarını da alan yayıncı kuruluş Turkuvaz Medya, yani ATV, insanların kupayı izlemeye başlamasıyla birlikte burayı bir gelir kapısına dönüştürmek ister. Aynı siyasi yandaş grubun içinde yer alan şahsın federasyon başkanı olmasıyla da emellerine bir adım daha yaklaşan kuruluş yıllardır insanların en çok beğendiği eliminasyon sistemini ertesi sezon değiştirme kararı alır.

Yeni sisteme göre artık tek maçlı beş eleme turundan sonra kalan dört takım, aralarında ikişer maç oynayacakları iki gruba gidecek ve bu gruplardan çıkan takımlar çift maç usulü yarı final oynayarak tek maçlı finale çıkacaklar.

Ne kadar güzel rant kokuyor değil mi?


"Facia Sistemde İlk Sezon"

Yeni sistemin ilk senesinde amaçlanan şey aslında basitti. Büyük takımların kupada da aralarında birden fazla maç yapması ve bunların yayınından kâr amacı sağlama...

İlk sezon grup aşamalarını geçen takımlar arasında aslında beklenmedik sürprizler yaşandı. Grup öncesi son turda son şampiyon ve o sene yine şampiyon olacak Galatasaray, 1461 Trabzonspor tarafından elenecekti. Antalyaspor'a elenen Beşiktaş ve zayıf Mersin İdman Yurdu'na yenilen Gençlerbirliği ufak çapta sürprizlere yol açacak olsa da gruplarda acı gerçek ortaya çıkacaktı.

Her takımında gruplarda altı maç oynamak zorunda oluşu iki temel soruna yol açıyordu:

1- Maddi gelir sağlanmadan yüklü giderlerin olması,
2- Lig başladıktan sonra takım yükünün haftada üç maça çıkması;

Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe'si bu sezon sonunda da kupayı kaldırdı ancak bu uzun yazının en başındaki söylemlerde ilk fırsatta dile getirildi. Çekilen acıya karşılık hiçbir getirisi olmayan kupa!

Üstüne üstlük yaklaşık 30 kişilik bir kadronuz yoksa zaten her maça ayrı bir takım olarak çıkamıyorsunuz. Türkiye de böyle bir genişliğe sahip olan takım olmadığından ve olamayacağından ötürü de mecburen as oyuncularınızı riske etmeniz gerekiyordu. Sakatlık riski, fiziksel ve psikolojik yorgunluk işin işine girdiğinde her sezon ya şampiyonluk ya da Avrupa için ilk beş kovalayan takımlara "oynamayanlara şans verilir." gibi bir düşünce bile lükse kaçıyor.

Para ödülünün bir çok ikinci lig takımının bile işe yaramayacağı bir ortamda Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray niye kendilerini riske etsin ki?


"Sürpriz mi? Plan mı?"

Bu haftanın ilk sürpriz olarak adlandırılan olayı Türk Telekom Arena da Galatasaray'dan geldi. İkinci ligde kötü günler geçiren rakibini penaltı atışlarıyla zar zor yenen Galatasaray dalga konusu olsa da şuna değinmek gerekiyor. Bu maçta Galatasaray'ın as kadrosundan sayılabilecek sadece iki isim ilk onbirde yer bulurken yedekten giren Umut ile bu sayı üçe çıkmıştı. Galatasaray neredeyse hiçbir as oyuncusunu oynatmadığı maçtan ucu ucuna tur atlamayı başardı ama ana kadrosunu da korumayı başardı. Bir sonraki hafta içi Şampiyonlar Ligi'nde ölüm kalım maçına çıkacak bir takım için en mantıklı hareketti.

Bir sonraki gün Süper Lig'in lideri, PTT 1. Lig'in en son sırasındaki takıma kendi evinde yenilirken maçta as kadrodan tek bir oyuncu yer alıyordu. Her ne kadar sonlara doğru maçı çevirme adına Emenike ve Alper oyuna alınmış olsa da maçta oyuncuların hal ve tavırları aslında bu maçın istenmediğini kanıtlar nitelikteydi. Tıpkı bir gün sonra Beşiktaş maçında olacak olanlar gibi...

Beşiktaş yine bir alt ligin kötü günler geçiren takımı Bucaspor'a konuk olurken as kadrosundan 4 isme şans tanımıştı. Gerçi bu birazda Beşiktaş kadrosunun alternatifsizliğinden kaynaklı oluşundandı. Serdar ve Oğuzhan'ın yedeklerinin bulunmayışı, Atiba ve Veli'nin yedeği Sezer'in kadro dışı oluşuyla birlikte Escude'nin sakatlık sonrası maç eksiğinin olması onların sahaya sürülmesine yol açmıştı. Yine isteksiz oynayan futbolcular ve saha kenarında normal hırslı hal ve tavırlarının aksine oturan Slaven Bilic... Maça sonradan giren on bir oyuncusu Gökhan hırsı ve Beşiktaş'ın unutulmuş forveti Ömer'in katkısıyla beraberlik yakalanmış olsa da maçtan onlarda çabucak koptu...

Ligde zirve yarışı içinde olmadığı ve çok kötü bir açılış yaptığı için diplerde yer alan Gençlerbirliği'nin yarı yarıya rotasyona gitmesiyle kendi evinde Nazilli Belediye'ye yenilmesi de aslında kupanın değerini gözler önüne koydu. Zaten kadro darlığından oynamak zorunda kalan Gosso ve arkadaşlarının hal ve tavırları "ne arıyoruz biz burada?" der gibiydi. Ha keza Bursaspor, Eskişehirspor ve Antalya gibi takımların adam gibi futbol oynamadan atlamaları da bir başka hikaye konusu olur.

Trabzonspor'un ise neredeyse tam kadro çıkmasına rağmen elenmiş olması malesef bu takımlar arasında kendine yer bulamayacak. Orası Balıkesir adına bambaşka bir başarı hikayesini hak ediyor. Belki sezon sonu bir Balıkesir yazısı çıkartırız, o zaman övgü dolu bir paragraf içinde burayı da yazarız.

"Alternatif Senaryo"

Şimdi bundan sonra yaşananlar olmamış gibi davranalım. Üç büyükler elenmemiş ve yoluna devam ediyor. Hatta bir sonraki turu da geçip gruplara kaldılar. Ne olacak?

Bana kalırsa en sıkıntılı durumda kalacak olan takım olan Galatasaray'dan başlayalım. Büyük bir mucize olmazsa Şubat sonrasında Avrupa Ligi'nde yoluna devam edecek olan Galatasaray'a aynı dönemde her hafta içi bir kupa maçı mesaisi daha çıkacak. Zaten dar olan ve ilk onbirine bile normalde rotasyonda kendine yer bulamayacak futbolcuları monte etmek zorunda kalan Galatasaray, birde kupa için adam bulmak zorunda kalacaktı. Devre arası en az 6-7 yerli oyuncu bulmadığı veya altyapıdan çıkartmadığı takdirde üç kulvarda birden ilerlemesi inanılmaz zor bir hal alacaktı. Ligin önemi, Avrupa'nın öneminin yanında kupanın önemi ne olacaktı? Kötü bir dilek olarak algılanmasın ama ben gelecek tur Galatasaray'ın da kupaya veda edeceğini düşünüyorum. Bu hafta olduğu gibi kaza ile turu geçip gruplara kalırsa belki işler değişir ve yukarıyı zorlayabilir ama bu takım için başka bir sorunu daha ortaya çıkıyor.

200 milyon dolara yakın harcaması olan Galatasaray'ın zaten Avrupa kupası giderleri öyle ya da böyle var iken ve artık kesinleşen en az 3-4 transferin de giderleri buna eklenecekken bir de gereksiz bir kupa için ekstra gelir yükünün altına girmeyi göze alacaklarını hiç sanmıyorum. En azından ben yönetici olsam bu yükün altına girmek istemezdim. Siz ister miydiniz?

Bu turda Galatasaray'ın elenmesi kafadan takımın kasasında 4-5 milyon euroya yakın bir paranın kalması anlamına geliyor. Yerli piyasasının en iyilerinden bir transfer, belki şampiyonluk için önemli bir hamle olacak. Kim bilebilir?

Lig yarışında zirvede yer alan Fenerbahçe ilk on biriyle şampiyonluğu bu kadar çok isterken ve iyi oynarken aslında en büyük soruna şans eseri pek yakalanmadılar. As oyuncularının bir iki tanesinin değişmesiyle sistemlerinde çok büyük eksiklikler doğabiliyor ve takım bocalayabiliyor. Şimdiye kadar son dakika golleriyle bunları iyi kotarsalar da bunun ligin ikinci yarısında devam edeceğini kimse garantileyemez. Kupa mesaileriyle yedekleri de riske atmak, hatta as takımdan oyuncuları riske atmak şampiyonluğu büyük bir gösteriş içinde kazanmak isteyen bir takım için ne kadar doğrudur? Her şeyi geçtik Aziz Yıldırım'ın sezon başı açıklamaları aslında tek bir yöne çıkıyor: "İstediği oldu!"

Beşiktaş'a gelsek orası bambaşka bir sıkıntı. Geçen yıl takımın parası yoktu adam gibi takviye yapılmadı. Gerçi Samet Aybaba'nın da vizyonsuzluğu ortadaydı. Bu sene para var, iş bilir Önder Özen'in parayı düzgün kullanmayı istemesinden ötürü saçılamıyor. Doğru olan bu ama Beşiktaş'ın yakın dönemden ziyade birkaç sene sonrasını düşünerek kadro kuruyor olması da günün as takımını çok zor durumda bırakıyor. Kupada ilerlemek belki en çok Beşiktaş'a yarayacaktı. Aynı zamanda en büyük zararı da Beşiktaş'a verecekti çünkü her senaryo da en az 3-4 as oyuncusunu kupa maçlarına çıkarmak zorunda olan takımda fiziksel ve mental yorgunluk baş gösterecek ve özellikle Şubat döneminden sonra büyük düşüşler yaşanacaktı. Bu takım zaten şuan bile ana kadrosundan bir sakat verdiğinde tamamen dağılıyor ve oyundan düşüyor. Sakat vermese bile yorgunluk yüzünden ikinci devreler oyundan düşüyor. Düşüyor da düşüyor... Devre arası transfer düşünülmeyen, yapılsa bile en fazla 1 ya da 2 fırsat transferinin yapılacağı ortamda kupaya adam yollamak kulübe maddi masraftan ziyade daha büyük sorunlar açacaktı.

Üstte örnek verdik onları da ekleyelim. 20 as futbolcudan oluşan kadrosuyla Gençlerbirliği yükselme amacında olduğu ve daha çok önem verdiği ligle birlikte kupayı nasıl götürecekti? Yazının bu ana kadar olan kısmında sakatlık, kart cezaları gibi sorunlardan bahsetmediğimi de hatırlatayım.


"Gazozuna Kupa"

Birazcık elenen büyük takımları aklama yazısı gibi gözüküyor olsa da hal böyleyken ve bu kupa takımlar için hiçbir anlam ifade etmiyorken izleyiciler bu kupaya niye önem göstersin? Hangi Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarı elendiğine gerçekten üzüldü ki? Ya da hangi Galatasaray taraftarı turu atladığına gerçek anlamda sevindi?

Zaten şuan sosyal medya ve hatta genel olarak her yerde konuşulan tek bir şey var. Yayıncı kuruluş ATV'nin elinde bu kupanın çok büyük patladığı...

Galatasaray'ın bir sonraki turda elenmesiyle birlikte olası bütün pazarlama piyonlarını kaybedecek olan kuruluş kupadan hiçbir gelir sağlayamayacak. Zaten izlenmeyen kupa maçları tamamen ufak kitlelere yöneltilecek. Milyonlar hedeflenirken yüz binlerin maçları izlemesinin kulüpler ve futbol severlerden ziyade en çok yayıncı kuruluşa koyacak olmasını da aslında ilahi adalet olarak adlandırsak saçmalamış olmayız.

Bu yayıncı kuruluşun gününde ve saatinde dizi yayınlamak ve onunda gelirlerini toplamak için günün maçlarını hafta içi 19:00 da yayınladığını, daha doğrusu o saate koydurduğunu da hatırlayalım. "İnsanlar stada gitmesi önemli değil, yeter ki bizim yayın izlensin duble para kaldıralım." Beşiktaş'ın maçının dizi uğruna ana kanalda yayınlanmadığını da hatırlatalım.

Böyle bir ortamda takımlar kupaya değer vermezken ve izleyici de buna otomatik olarak ayak uyduracakken bu kupa neyine oynanıyor? Gazozuna kupa benzetmesini tam tamına buraya oturtsak olur. Çünkü bu etaptan sonra kupanın ülke genelinde hiçbir heyecanının kalmadığı ve ufak kitlelere hitap edecek oluşu bir gerçek...

Umuyorum ve eminim benle birlikte çok kişi de bunu temenni ediyordur ki bu sene yaşananlar gelecek senede yaşanır. Yayıncılık rantına karşı TV seyircisi ayakta duramaz. Kutunun karşısına geçtiğimizde aptallaşırız. Bizi bu bozukluktan kurtaracak tek şey ise yine takımlarımız. Umarım seneye de bu başarısızlık/başarı durumu tekrarlanır!



6 Aralık 2013 Cuma

2014 Dünya Kupası Grupları Belli Oldu

 2014 yazında Brezilya'da düzenlenecek Dünya Kupası grupları belli oldu.D ve G gruplarında yer alan takımların maçlarını çeyrek final tadında izleyeceğimiz kesin. Turnuvada sürpriz yapmasını beklediğim Belçika'nın önü gayet açık gibi görünüyor.


29 Ekim 2013 Salı

Büyük adam, büyük sporcu: Vassilis Spanoulis

Kendisi sadece takım kaptanı değil ayrıca takımın tam anlamıyla lideri. En zor anlarda sorumluluk almaktan kaçınmayan ve nerede ne yapmasını tam anlamıyla bilen bir lider. Net olarak hem kişilik hem de oyuncu olarak inanılmaz bir adam.

Bu sezon başında Olympiakos ile olan sözleşmesi bitmişti. Fenerbahçe, Barcelona ve CSKA kendisini almak için kesenin ağzını açtı. O ise Oly ile ilk görüşmesinden, bırakın anlaşmayı gelecek sezonun transferleri hakkında görüşerek çıktı. Giden oyuncuların yerini nasıl doldurulması gerektiği bile kendisini danışılıyor. Bunun sebebi sahadaki liderin de fikrine saygı duyulması.

'Ben buralıyım' diye düşndüğü için Oly'de kaldı. Pazar günü NTVSpor'da Ivkoviç konuktu. O da Spanoulis'e neden kaldığını sorduğunda aldığı cevap çok güzel. Pana'dan Oly'e transfer olduğundan ülkenin yarısının kendisinden nefret ettiğini, Oly'den de ayrılırsa diğer yarısının da kendisinden nefret etmesini istemediği için olarak cevaplamış. Tabi ki bu işin şaka tarafı. Oly'de mutlu olduğu için ve orada oynamaktan zevk aldığı için kaldı.

Bunlardan öte Galatasaray maçından sonra kendisine üçüncü kere Euroleague şampiyonluğunu düşünüyor musunuz? sorusuna verdiği o muhteşem 'hayır düşünmüyorum' cevabı... Basketbol oynamaktan zevk aldığını ve zevk almaya devam edeceğini söylüyor. Benim anladığım: Her şey kazanmak değil, ama kazanmak.

22 Ekim 2013 Salı

Wilshere vs Kasami


Cumartesi günü Arsenal sahasında Norwich'i ağırladı. Maçın ilk golü yılın golü sayılabilecek güzellikteydi. Olay son vuruştan öte o ana kadar gelişen muazzam tek pas trafiği... Giroud'un da bu trafikteki iki pası da mükemmel. Ek not olarak belirtmek lazım.

Arsenal'in golüden sonra ağzımızı kapatmaya zorlamaktan başka yapacak bir şey yoktu derken dün Palace karşısında Fulhamlı Kasami'nin golü geldi ve kapanan ağızlar aynı şekilde geri açıldı.


Bunlardan öte bu golden hemen sonra Wilshere'nin attığı efsane tweet:

3 Ekim 2013 Perşembe

Fatih Terim-Ünal Aysal Çıkmazı ve Mancini


Türkiye'de karışıtırılması en kolay kulüp herhalde Galatasaray'dır. Osmanlı döneminde olduğu gibi saray her zaman içerden veya dışardan karışmaya müsait bir ortam. Karıştıranların yanında bir de içerdeki iktidar sahiplerinin güç oyunları imparatorluğu sürekli Lale Devri'nden Fetret Devri'ne sürükleyip duruyor.

Aslında her şeyin özeti kısa ve öz nazarımda. Olan her zaman olduğu gibi Galatasaray'a oldu. Ve bunun mimarları her fırsatta "Aslolan Galatasaray'dır" cümlesini dillerine pelesenk eden Fatih Terim ve Ünal Aysal'dır. Benim için Fatih Terim de Ünal Aysal da suçlu. Ego savaşları yüzünden Galatasaray'ın zarar görmesini hiçe saydılar resmen. Bana kalırsa, Ünal Aysal ve ekibi bu durumu lehine çevirebilecek şartlara sahipti ama krizi öyle kötü yönettiler ki neredeyse suçlu duruma düştüler. Öte yandan Fatih Terim de kafasında başka planlar yapıyordu. Kendisine önerilen sözleşmeye yanaşmamasının sebebi elbette farklıydı. Eğer milli takım Dünya Kupası'na giderse sözleşme yenilemeyecek; gidemezse sözleşmesini uzatacaktı. Ünal Aysal'ın kurumsallaşma söylemlerine pek inanmasam da, kulübü bir şirket gibi yönetme isteği aşikar. Her zaman ilerisini garantiye almak istemesi normal bu açıdan. Fatih Terim ise tam tersi, gönül senetleri üzerine kurulu bir hayatı yaşayan bir adam.

Gelelim Mancini'ye...

Daha adı geçer geçmez muhasebeci taraftarları ve basın mensuplarını işe koşmuş bir teknik direktör olarak Türkiye kariyerine 1-0 geride başlamıştı. Ancak henüz 2 gün takımla çalıştıktan sonra Juventus gibi bir takıma karşı deplasmanda savunma yapabilen bir takımın hocası oldu. Galatasaray dün geceki maçta 3 yıllık Fatih Terim döneminde yapamadığı defansı yaptı. Belki de Amrabat'ın deli saçması penaltısı olmasa direnç daha da güçlenecekti. 3 yıldır savunma yapamayan, hatta savunması yüzünden sürekli zor duruma düşen bir takımın 2 günde savunmayı öğrenmesi elbette mümkün değil ancak eldeki kadroyla doğru taktik dizilişi bunu biraz da olsa mümkün kılabilir, zira dün gece şans da Galatasaray'ın yanında olunca dirençli bir takım izledik.

Mancini'ye defans oynatıyor diye eleştiriler yapıldığını gördüm twitter'da. Bunu muhtemelen Terimci tayfa yapıyor. 2 gün önce takıma gelmiş adamın Juve deplasmanından 1 puan almasına sevinileceği yerde adamı yermek ne kadar mantıklı bilemedim. Mancini gidip Elazığ, Sivas vs. maçlarda da defans yaptırırsa o zaman eleştirirsin. Önce bir bekleyip görmek lazım. Lakin şurası kesin ki dün geceki maç futbolcuların da Mancini'ye olan inanç ve güveni açısından oldukça önemliydi.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Terim'in Ardından

Bu sefer sportif başarısızlık yoktu ama yine gitti…

Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı teknik direktörü Fatih Terim, kovulduğu gün itibariyle nedenini kamuoyunun bilmediği bir şekilde görevinden ayrıldı. Galatasaray kulübünün yaptığı açıklamada da elle tutulur bir neden yok. Çoğu kişinin görüşü Fatih Terim’in ve Ünal Aysal’ın egolarının çarpışmasının bu sonucu doğurduğu yönünde.

Evet Terim egolu. Çünkü burası Türkiye ve basamakları çıkarken sizin paçanıza yapışan kişileri ancak tekmeleyerek, üzerlerine basarak ve itekleyerek yükselebilirsiniz. Hele ki futbol gibi başarı ve sonuç endeksli bir oyunda bunu daha da keskin şekilde yapmanız gerekiyor.

Tarihinde hiçbir başarısı olmayan Türk Milli Takımı’nı Avrupa Şampiyonası’na götürüp 0 puanla dönünce yerden yere vurulan Terim idi. Aynı Terim 1998 Dünya Kupası sonrası tüm dünya gibi takımını liberolu sistemden 4’lü çizgi defansa dönüştürürken “Galatasaray ofsayt taktiği yapıyor” diyenlerle de mücadele etti. Belki çaresizlikten belki Galatasaray sevgisinden; ikinci kez döndüğünde düşük bütçeler ve çarpık bir yönetim anlayışı ile karşılaştığında yine eleştiri okları ona yöneldi. Zaten başarısız olduğunuzda söyleyecek sözünüz pek olmaz bizim buralarda.

Ne zaman başı belaya girse Milli Takım ve Galatasaray onu çağırıyordu. Çünkü kimse “Neden Fatih Terim’i getirdin?” diyemezdi. Hem eleştiriliyor hem de “o olmazsa kim?” sorusunun cevabı verilemiyordu. İşin ilginci o da kabul ediyordu bu teklifleri. “Ne haliniz varsa görün” demek işine gelmiyordu ya da bunu diyemeyecek kadar duygusaldı.

Kamuoyundaki bir başka yanılgı da Terim’in teknik özelliklerinden çok diğer özelliklerinin kendisini başarıya götürdüğü yolunda. Terim’in motivasyonel ve duygusal bir hoca olduğu doğrudur ama bu, futbol bilgisinin vasat olduğu şeklinde yorumlanamaz. Hem Galatasaray’da hem de milli takımda oyun sistemleri üzerindeki radikal değişiklikler ve oyuncu rotasyonları çoğu teknik adamın altından kalkamayacağı hamlelerdir.

Her yıl sözleşme yenileneceği anlaşmasıyla 3. Terim dönemi başlamıştı. Ancak Milli Takım’ı çalıştırması Aysal yönetimini kaygılandırdı ve uzun süreli anlaşma kabul edilmeyince ipler koparıldı. Bu kadar basit bir şekilde gerçekleşen ayrılık ne kendisi ne de Galatasaray açısından pozitif sonuç vermeyecektir. Bu operasyon sonucu kimsenin konumu yükselmemiştir.

Bizim buralar böyledir… İnsan kolay harcanır, ihtiyaç olunca da hatırlanır…

19 Eylül 2013 Perşembe

Ada'nın yerlisi Basel



Şampiyonlar Ligi'nin ilk haftasında ilk sürpriz gerçekleşti. Basel, Stamford Bridge'de Chelsea'yi 2-1 mağlup etti.

Dün iddaa oynarken "Gene yaparlar mı?" diye içimden geçirmiştim ama oynamak yememişti. Doğrusu Basel'in Chelsea'yi yenmesi beni şaşırtmadı. 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligi grubundan Manchester United'ı UEFA Avrupa Ligi'ne gönderen takım Basel'di. İngiltere'de 3-3 berabere kalıp, İsviçre'de 2-1'lik galibiyet alınca Kırmızı Şeytanlar büyük şok yaşamıştı.

Geçen sene de UEFA Avrupa Ligi'nin çeyrek finalinde 2-2 biten maçların sonunda Tottenham Hotspur'u penaltılarla elemişlerdi. Her ne kadar yarı finalde Chelsea'ye karşı iki maçı da kaybetseler de her sene bir ada takımına şok yaşatmayı alışkanlık haline getirmiş durumdalar. Bu sene de Chelsea ile açılışı yaptılar. Sanki İngiltere onlar için her sene maç yapmak istedikleri bir mekana dönmüş durumda.

Murat Yakın Basel'de çok büyük işler yapıyor. Bu kadar erken sürpriz sonuç aldıkları için gözler erken bir dönemde üstlerinde olacak.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Şampiyonlar Ligi'nde nasıl altı gol yenir?


Dün Türk Telekom Arena’da Galatasaray'ın Real Madrid’e 6-1 mağlup oluşu esnasında sahada iki takımında oynadığı oyun ders niteliğindeydi. Yalnız en başında şunu da söyleyelim bu maçın hakkı asla bu skor değildi.

Öncelikle Galataray’ın geçen sene Şampiyonlar Ligi’nde aynı sahada 3-2 yendiği rakibinden nasıl altı gol yediğini irdeliğelim. Bana sorarsanız sahaya çıkan kadro hatalıydı. Hiç bir resmi maçta beraber oynamamış Dany - Chedjou ikilisini Real Madrid gibi bir takibe karşı ilk 11 çıkarmak hatalıydı. Ancelotti maç eksikliği bulunan Bale’yi kenarda oturturken Fatih Terim Riera’yı da kardoya almıştı. İyi oynadı, kötü oynadıdan öte defansta bu kadar riske girmek ne kadar doğru? Bunlardan öte Fatih Terim gibi çok iyi bir motivasyoncu teknik direktörün takımının ikinci golden sonra dağılmasına anlam veremedi kimse. İlk iki bireysel hatadan gelen gol moralleri bozmuş olabilir de sonradan gelen gollerin hiç bir savunması olamaz. Zaten geri kalan dört golde altı pastan atıldı. Bale’nin ortaladığı ve Muslera’dan dönen topu Ronaldo’nun tamamladığı golde orta yapılırken topun gittiği yerde dört tane boş Real Madridli oyuncu vardı. Bu görüntü bile durumu çok net anlatıyor.

Bu durumdaki Galatasaray’a karşı ise Ream Madrid skor 6-1 iken 90+2’de hala pres yapıp gol arıyordu. Sahada aradaki mantelite farkı bu boyutta olunca fark da kaçınılmaz oluyor. İkinci golden sonra dağılan rakibinin üzerine gitmek de kolay oldu. Galatasaray kadro olarak Türkiye’de açık ara en iyi yıldızlara sahip olabilir ama sahada hepsi gezinince bu pek bir işe yaramıyor. Yıldız oyuncuların takımda ağırlığını göstermesi gerekiyor. Sadece top gelince oynarım mantığı ile bu işlerin yürümediğini tüm taraftarlar görmüş oldu.

Bir de Burak Yılmaz’ın ıslıklanma olayı var. Daha iki hafta önce gitmesi gündemde olan bir oyuncunun kafaca oynamaya hazır olmadığını uzun zamandır görüyoruz. O yüzden taraftarında sabır göstermesi gerekiyor. Sonuçta skorun tek suçlusu da o değil...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Kartallar Yüksekten Uçar


83 yılında yayınlanmaya başlayan ve çoğu kesim tarafından gelmiş geçmiş en iyi Türk dizisi olarak kabul edilen Kartallar Yüksekten Uçar, bu ülkede malesef vermek istediği sosyo-ekonomik ve kültürel mesajlardan çok spor medyasının işine yaramıştı. 80'ler ve 90'ların başında sportif olarak rüzgarı arkasına alan ve "ötekilerin takımı" ünvanını da darbe sonrası başarıyla taşıyan Kara Kartallar, sonunda yüksekten uçmaya ve bir döneme adını kazımayı başlamıştı. Lakin endüstriyelleşme ile Beşiktaş'ın düşüşü, Fatma Girik'in dövdüğü kartalla benzerlik göstermeye başlar. Seba'nın endüstriyel düzene ayak uyduramaması, Bilgili'nin çok çabuk pes etmesi ve Demirören'in takımı endüstriyelleşme adıyla yok etmesi yüzünden Kartal artık uçamıyordu. Gerçi hak geçmesin, sadece bir kez çok yukarıdaydık onda da 2008 yılında aşağıya Liverpool var diye yükselmek zorunda kalmıştık.

Beşiktaş taraftarı Fikret Orman ile yeni bir sayfa açmaya hazırdı. Zaten FB-GS taraftarının aksine popülerlikten değil, gerçekten kendinden bir şeyler bulduğu için takımı destekleyen bu taraftar, 20 yılda neredeyse hiç gün yüzü görmemişti. Görmeye yakım olduğu tek dönem olan 100. Yıl'da medya ve FB-GS lobisiyle son bulduğundan tutunacak dal aranıyordu. Fikret Orman'ın girişi tartışmalı olsa da ağır ağır pişen bir yemek gibi sancılı sürecin ardından takım, mükemmel bir lezzete ulaşacakmış gibi gözüküyor.

Dün akşam deplasmanda oynanan Bursaspor maçıyla takım kafalardaki soru işaretlerinden birini daha silmiş oldu. Lig başlangıcındaki üç maçta üç galibiyet ve Avrupa kupasında Tromso karşısında her ne kadar haksızca listeden silinmiş olsakta alınan tur başarısı takımı fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Ama görece zayıf ve hazırlıksız takımlarla yapılan bu karşılaşmalar, takımın gerçekten "her yönüyle büyük takım" ile oynayınca nelerle karşılaşıcağına ait mesajlar içermiyordu.

Trabzon aslında üstte bahsettiğim büyük takım imajına uyan bir yapıya sahip olsa da sezonun ilk maçına inanılmaz hazırlıksız bir şekilde girmişlerdi. Sezonu erken açmasına rağmen hem yeni hoca hemde yönetim sorunları o gün olduğundan daha büyük bir şekilde bugün süregeliyor. Erciyes maçı ise harika bir teknik direktör yönetiminde birbiriyle oynamaya alışkın olmayan 11 oyuncudan başka bir izlenim yaratmamıştı. 4-5 hafta sonra belki ligin en tehlikeli takımlarından biri olacaklardı. Hatta halen öyleler, nitekim Bilic'in nokta atışı korkusuzca hamleleri olmasaydı maç öyle muazzam bir şekilde bitmezdi. Tromso maçlarında mutlak hakimiyet fakat 1 şanssız yenilgi, yanında harika bir galibiyet ve tabii ki bir önceki maçımız Antep... Antep'te rakibe göre kurulmuş bir 11, eksikleri olmasına rağmen oyunu domine etti ve kolay bir galibiyet aldı.


Peki sorunlar neydi? Takımın her maç son 15 dakikaya girildiğinde fiziken çökmesi ve panik yapmaya başlaması kalesinde birçok sayıda atak görmesine sebep oluyordu. Bunun aslında temelde iki sebebi vardı. Biri orta sahadaki oyuncuların fiziken düşmesi sonucu orta saha direncinin kırılması ve buna bağlı olarak baskı yenildiğinde topu kenarlardan dikine oynayarak çıkartabilecek oyuncuların eksik oluşuydu.

Geçen yıl takım çok fazla baskı yediğinde Hilbert gerek sağdan, gerekse ortadan topu ileriye doğru dribbling ederek taşır ve savunmayı rahatlatırdı. Kaptırdığı çok oldu, o zaman sorunda yaratırdı ama bunları saymazsak bile en kötü ciddi bir pas yolu alternatifi oluştururdu. Onun gidişiyle yerine gelen Serdar Kurtuluş harika bir defansif katkı sağlıyor olsa bile topla yol kat ettiğinde adeta bir Servet Çetin imajı çiziyor. Her ne kadar modern sağ bek bindirmelerini de başarıyla gerçekleştiriyor olsa da aranılan kan değildi. Üst sınıf takımlara baktığımızda her iki bekinde Hilbert vari (tabii ki çok daha teknik olanları) oyunculardan seçildiğini görüyoruz. Örneğin Mou, harika bir sağ bek performansı gösteriyor olmasına rağmen Ramos'tan bu yüzden vazgeçmiş ve Arbeloa'yı oraya monte etmişti. Solda Coentrao-Marcelo ikilisiyle birlikte yenilen baskılarda oyunun farklı bir kanata yöneltilmesiyle mükemmel bir kontra organizasyona takımca girişilebiliyordu. Yine aklımdaki güzel örneklerden biri Jose Enrique - Glen Johnson ikilisi olabilir.

Beşiktaş'ın temel sorunu da zaten buradaydı. Sağdan çıkamayacağın belli oldu.Soldan çık o zaman derdik ama sol bek eksikliğinde oraya monte edilen Ersan'da Serdar Kurtuluş'tan farklı bir hücum performansı ortaya koyamadı, hatta ona yaklaşamadı. Elazığspor ve Manisaspor dönemlerinde sık sık sol bek oynamış ve mevkiiyi de biliyor olmasına rağmen o döneme göre değişen fiziği, ayrıca yıllardır oraya uğramamış olması onda büyük bir handikap yaratıyordu. Beşiktaş'ın tek oyun kurma yetisine sahip stoperi Escude'de zaten 1 yıl oynamamanın verdiği hantallığı üstüne atmaya çalışırken tek başına yükü kaldıramıyordu. İş yine en geriye kadar gelen Oğuzhan-Fernandes hatta her yerde kademeye girmesi ve ardından gecede taksiye çıkmasıyla ünlenen Atiba'ya kalıyordu. Takım, baskı yediğinde istemediği halde geriye itilmek zorunda kalıyordu. Çözüm çok basitti, ve Önder Özen bu çözümü Brezilya'dan buldu: Ramon Motta

"20 top kazanma, 41 kez pas opsiyonu olma, hepsinde topla buluşma ve 46/48 isabetle takımdaki en iyi pas isabetine sahip olma"

Büttner, Holebas gibi oyuncuların ismi sol bek için anılırken birçok kendine mükemmel scout ve analizci diyen isim tarafından alınmazsa Beşiktaş bu sene de her şeyi kaybeder, bu zihniyetle olmazcılara inat Önder Özen Brezilya'dan Ramon Motta'yı takıma katar. Büttner transferinin çıkmaza girmesiyle herkes B planı olarak Holebas'ı görürken getirilen Ramon Motta, aslında bir dönemler Brezilya'da wonderkid olarak görülmesine rağmen çıkışını o yönde gerçekleştirememiş bir isimdi. Geldiği gibi ilk hazırlık maçında sol açık olarak denenen ve İsmail'le birlikte de iyi bir uyum sağlayan Motta, hemen ardından ilk resmi maçına Beşiktaş için sezonun ilk önemli sınavında çıkar.


Üstte paylaştığım oyuncu istatistikleri Ramon Motta'nın Bursaspor maçındaki performansını göstermektedir. Ayrıca Motta, yine 2-3 paragraf önce yazdığım o aranılan adam performansını da ilk ciddi sınavında ortaya koymuş bir isimdir. Beşiktaş savunması için her şeyden önce sol tarafta bir pas opsiyonu olan Motta, topa hakimiyeti ve üst düzey tekniği ile o kanatta inanılmaz bir performans gösterdi.

"Bek aldın mı Brezilya'dan alacaksın." düşüncesini kanıtlar nitelikte bir performans gösteren Motta, arkayı düşünmesine gerek kalmayan ve Milli Takım'da motive olan Olcay'ın da performansını otomatik olarak yükseltmeyi başardı. Üstüne üstlük Bilic ve Önder Özen'in mükemmel analiz yeteneklerinin konuştuğunu ve bu kanattan Bursaspor'un yıkıldığını söylersek abartmış olmayız. Ama orası biraz sonra...
Beşiktaş'ta bir önemli korku ise bu sezonun belki de takımdaki en önemli ismi olan Veli Kavlak'tı. Bir dönem Sabri, Selçuk Şahin kademesinde dalgalara konu olan bu isim Türkiye'ye sol açık olarak getirilmesinin ardından sürekli kademe kademe geri çekilmiş ve sonunda defansif orta saha olarak kendini bulmuştu. Yaptığı kusursuz topsuz alan savunmasının yanında ciğersizce yaptığı bitmek bilmeyen pres sayesinde adeta önündeki isimlerin daha az yorulmasına ve hücuma güvenle çıkmasına sebep oluyordu. Lakin sakatlık onu bu maç takımdan ayıracaktı. Çözümü basit oldu. Daha çok koşan takım!

Geçen yıl "Ernst 2 milyon dolara koşuyor, Hasan Türk 2 bin liraya. O zaman Hasan koşacak." gibi sığ ve dangalakça mantığa sahip olan Samet Aybaba'nın yanı sıra Bilic, gerçekten koşan bir takım yaratmayı başarma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu maçta onun en güzel ispatlarından biriydi. Beşiktaşlı oyuncular dün oynanan maçta 116.7km koşarak Türkiye liglerindeki en yüksek koşu mesafesine ulaştı ve bir rekor kırdı. Beşiktaş koştu, ama boş koşmadı. 


Veli'nin yokluğunda Atiba - Fernandes - Oğuzhan üçlüsü gibi defansif sertlikten yoksun, kırılgan bir orta saha tercihiyle maça başlayan Beşiktaş, yine Veli'nin yokluğunu alan ve takım presiyle ileride basarak en iyi şekilde kapatmaya çalıştı. Bursa orta sahasında Beluschi'nin olmayışı biraz ekmeğimize bal sürmüş ve Batalla'yı da etkisiz bırakmış olsa da Beşiktaş, yaptığı 90 dakikalık pres ile Bursaspor'un oyun kurmasını engellemiş ve hemen hemen kalesinde ciddi pozisyonlar bile görmemişti.

Takım, gerçek bir takım olmayı başarmış gibi gözüküyorken kenardan gelen Necip'in bile 25 dakika da hatasız bir oyunla koştuğu 3 km taraftara umut veriyordu. Tek bir transfer hamlesi ile takım Bilic'in hayallerine bir adım daha yaklaşırken deplasmandaki en zor sınavlarından birinden harika bir skorla ayrılıyordu.

"Başbakan Önder Özen, Çare Bilic"


Bilic'in yaratmaya çalıştığı top kendinde değilken önde basarak rakibin oyun kurmasını olabildiğince engellemeye çalışan ve topu aldığında da meşin yuvarlağa olabildiğince fazla sahip olarak, gerekirse en geriden oyun kurarak her kanaldan rakip savunmayı delmeye çalışan takım profili dün tam anlamıyla Bursaspor karşısında kendini gösterdi. Geçen yıl Samet Aybaba'nın şansa üçüncü yaptığı takımdaki başı kesik tavuk gibi hücuma kalkma profilini geride bırakan Beşiktaş'ta övgüleri en az Bilic kadar Önder Özen'de hak ediyor.

Bilic, modern futbola hakim ve hücum futbolunun gereklerini de çok iyi bilen bir hoca olmasının yanında kendisini de ülkenin içinden geçtiği böyle bir dönemde taraftarlara sevdirmeyi başardı. Hayat tarzı, imajı ve arkasındaki destek ile sahada da öz güveniyle oyunu en iyi şekilde okuyan ve hiç korkmayan Bilic, şüphesiz en büyük desteği Önder Özen'den alıyor. Önder Özen, iyi bir futbol direktörü ve scout olmasının yanında unutulmaması gerekiyor ki harika bir analiz uzmanıdır.

Zico döneminde harika performanslar ortaya koyan Fenerbahçe'nin analisti Önder Özen'den başkası değildi. Her rakibi en iyi şekilde inceleyen ve durumları Zico'ya raporlayan Özen, Fener'in başarısının arkasındaki en önemli isimlerden biriydi. Bu huyu burada da devam ediyor olsa gerek ki Bilic'le birlikte şimdiye kadar oynanan her maçta "rakibe göre" davranarak başarıdan başarıya uçmaya başladılar. Bu maçta ise şüphesiz Beşiktaş'ın sürekli Bursaspor'un sağ kanadından saldırıyor olmasında onun parmağı vardır diyebiliriz.


Geleceğin en iyi Türk sağ beki olarak gösterilen ve geçen yıl Samet Aybaba'nın adam olmaz diye takıma aldırmadığı Şener, her ne kadar iyi hücum performansları gösterse de yoğun baskı altında defansif olarak çoğu zaman büyük hatalara imza atabiliyor. Bu maçta yer yer Fernandes'in o kanada kayması ve oyunu oradan kurması, Oğuzhan'ın da düzenli olarak oraya kaykılarak oynamasının yanı sıra arkadan gelen Motta'nın sürekli ileriye çıkarak verdiği desteğiyle de çoşan Olcay'ın o kanatta Şener'e hayatının en acı anlarından birini yaşatmış olması sadece ve sadece teknik analizler sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdu. Öyle ki Daum bu baskıyı kırmak için Kazım'ı oyuna almak zorunda kaldı ve istemeden orta sahadaki takım direncini kırmak zorunda kaldı. Bu dakikadan sonra Beşiktaş için işler daha da kolay oldu nitekim Beluschi yokluğunda Bursaspor orta sahası topu ayağında iyice tutamamaya başladı. Bu taktik hamleler Bursaspor'u karmaşaya sürükledi ve cezalar hemen kesildi. Sonuç belli, sıradaki gelsin.

Önder Özen'ın harika takım mühendisliğinin yanında Bilic'in üstün yönetim becerileri ilk etapta başarılı olmuş gibi gözüküyor. Avrupa'da olmadığı bir sezonda çok az yüksek ciddiyetli maça çıkacak olan Beşiktaş, FB ve GS deplasmanları kadar büyük öneme sahip Bursa'dan 3 puanı hatasız bir oyun ile çıkarmayı başardı. Üstüne üstlük geçmişte oynadığı 6 resmi maçta 4 gol yemiş olmasına rağmen bu gollerin hiçbirini de organize bir atak sonucunda yemedi. (2 hatalı penaltı, 2 stoper hatasıyla kaleciyle karşı karşıya kalma) Bir diğer önemli sınav ise tabii ki gelecek hafta, Bilic 2. haftadan beri özellikle bu maça hazırlanıyor. Gerek yerinde gerekse de Nevizade de GS'li taraftarlarla rakibini analiz etmeye çalışan Bilic ve tabii ki Önder Özen, şimdiye kadar yaptıkları doğru hamleleri devam ettirip Galatasaray'dan da 3 puan çıkartmayı başaracaklar mı?

O değilde, Sadri Alışık'ın Banazlı Ali performansı ne kadar üst düzeymiş...



11 Eylül 2013 Çarşamba

Fatih Terim, Sempati-Antipati ve Milli Takım



Doğrudan konuya gireceğim. Milli Takım olgusuna yaklaşık 4-5 senedir uzaktım. Milli Takım'ın maçı olduğunda genelde ya maç günü ya da maç bittikten sonra twitter'dan falan öğreniyordum. Bu durum aslında sadece benim değil, birçok futbolseverin yaşadığı bir durumdu. Milli Takım'ın, insanların gözünde bu hale gelmesinin sebebi -bana kalırsa- seçilen futbolcuların çoğuna karşı kamuoyundaki antipati duygusuydu. Özellikle Emre Belözoğlu, Volkan Demirel, Hamit Altıntop gibi futbolcuların kamuoyunda yarattıkları olumsuz izlenim seçilen yanlış teknik direktörlerle daha da bir pekişti. Futbolculara olan antipatiye bir de teknik adamlara karşı antipati (sağ ayaklı diye Selçuk İnan'ı oynatmayan Abdullah Avcı) eklenince milli takım olgusu insanların gözünde önemini yitirdi. 

Peki ya Fatih Terim?

Fatih Terim çok mu sempati duyulan bir insan? Galatasaray taraftarının çoğu adeta kendisine tapsa da, yaptığı yanlışların dile getirilmesini hazmedemediği için büyük bir kısım Galatasaraylı tarafından da antipatik bulunuyor Fatih Terim. Diğer takım taraftarlarını saymıyorum bile. Peki neden herkes -geyik muhabbeti de olsa- bugünlerde kötü giden her şeyin başına Fatih Terim getirilmeli diyor? Fatih Terim bu tür zor görevlerin altından hep başarıyla kalktığı için mi? Fatih Terim'in dünya çapında bir hoca olduğunu tartışmak istemiyorum, yaptığı işler ortada ve bu konuda bir problemimiz yok. Amaaaa...

Ben yine milli takıma dönüp konuyu futbolculara getireceğim. Fatih Terim çok iyi bir teknik direktör olabilir. Lakin Fatih Terim'i övmeyi kenara bırakıp, futbolcuları eleştirmek lazım. Milli Takım 2-3 yıldır zaten aşağı yukarı bu adamlarla oynuyor. Türk futbolcusunun olayı bu, hoca seçmek. Sevmediği, kendisinden olmayan bir hocanın gelip de Türk futbolcusuna kendisini sevdirmesi çok zor. Bizim futbolcularımızda profesyonel etik yok, sevmediği adamın takımında elinden geleni yapmıyorlar. Ayrıca, Milli Takım futbolcuları da her fırsatta "milli dava, milli forma, ay-yıldız" muhabbeti yaparak yüzümüze yüzümüze yalanları sıralıyorlar. Başında hangi hoca olursa olsun, azıcık milli duygun varsa çıkar savaşırsın. Bugüne kadar son 2 maç hariç DK elemelerinde bir maçta bile ruh göremedik sahada. Futbolcuları antipatikleştiren bu sahtekarlıkları ve ikiyüzlülükleri. Fatih Terim'den önce neredeydi sizin milli ruhunuz? Neredeydi ay yıldız sevdanız? Bizim futbolcuların tek sevdası Fatih Terim'e karşı sanırım...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Büyük maç tecrübesi...


Bu başlık biraz klişe, katılıyorum. Bununla birlikte bu hafta bir gün arayla iki maçta da buna şahit olduk. Önce UEFA Süper Kupa finali, sonra da Kuzey Londra derbisi.

UEFA Süper Kupa finali bizi uzun süre tok tutacaktır. Gerçekten muazzam bir maç oldu. Hoş, klasik Guardiola - Mourinho maçı da diyebiliriz. Topla bolca oynayan bir Bayern Münih ile az ve öz oynayan Chelsea. Maçta ön plana Chelsea kalecisi Cech çıkıyor normal olarak. Maçın büyük bir bölümü tek kale oynandığı için ona da çok iş düştü.

Bu maçta en önemli nokta 120. dk'da 2-1 geride olan Bayern Münih'in ataklarında hala soğukkanlı olmalarıydı. Zaten başka türlü golü de bulamazlardı. Bana sorarsanız çok saçma bir şey denediler ama bir şekilde gol oldu. Ceza sahasında sadece Mandžukić varken ve onu da Terry, Cahill ve David Luiz savunurken ona orta yapmak adamı üzer, üzdü de derken topun sekmesi ve Martinez'in golü... Sabrın sonu selamet bu olsa gerek. Bunlardan öte penaltılar da büyük maç ve an tecrübesi ortaya çıktı. Ben Mourinho gibi birinden son penaltıyı Lukaku'ya kullandırmasını hiç beklemezdim. Daha penaltıya gelirken belliydi kaçıracağı. Dokuz kusursuz penaltıdan sonra böyle bir fecaat ancak o oyuncunun anı kaldıramamasıdır. Tek teselli anı maçtan sonra bütün oyuncuların sırayla Lukaku'yu teselli etmesiydi.

Dün de penaltısız fakat oyunla buna benzer bir maç yaşandı. Kuzey Londra derbisinde (ki bence Londra derbisidir, "kuzey" fazlalıkmış gibi geliyor) Arsenal, Tottenham Hotspur'u 1-0 yendi. Arsenal transfer yapmadı, kötü oynuyor vs gibi şeyler döndü dolaştı filan da takım o kadar birbirine alışkın ve tecrübeli ki bir şekilde işin içinden başarıyla çıkıyorlar. Tam tersi ise Spurs için geçerli idi. Topa sahip olup, pozisyona girememe ve defansın arasında eriyip giden Soldado'ya yüksek top atma merakı. Üstüne de son dakikalardaki bencillik ve heyecandan ayakların birbirine dolaşması. Boas'ın hali de bunun kanıtı gibiydi. Şansızlığı derbinin ligin başına denk gelmesi.

Türkiye'de Fenerbahçe uzun bir süre büyük maç takımı oldu. Bu sene nedense pek bundan ümitli değilim. Artık Ersun Yanal'dan mı, yoksa düşen performanslarından mı, yoksa gelen oyunculardan mı, yoksa hepsinden mi onu maçlardan sonra anlayacağız.


27 Ağustos 2013 Salı

Taraftar mıyız? Seyirci mi?


Dün Karadeniz derbisinin 40. dk civarlarında hem alıştığımız hem alışmadığımız bir olay yaşandı. Volkan Şen zamanında çoğu futbolcu gibi tribünde birileriyle sözlü tartıştı. Üstüne de yabancı madde fırlatılınca ağlayarak sahayı terk etti. Hakem dahi bir sürü oyuncu kendisini ikna edemedi. Bana garip gelen ki görmedim mi acaba dedim ama takımın kaptanı yanına gelmedi...

Maçtan sonra Trabzonspor teknik direktörü Mustafa Akçay çok güzel noktalara değindi. Parasını verip maça gelen kişi memnun kalmadığı performansa nasıl tepki göstermeli? Ve futbolcular sırf para alıyor diye işçi değil sanılmasın. Artık sıra takım arkadaşını koruma göreviyle futbolcular ve teknik heyet de.

Peki bunu yapan adamın psikoloji nedir? Bu kişi taraftar mı? Yoksa seyirci mi? Çünkü ikisi arasında çok fark var. Biri oraya gittiği zaman ne olursa olsun takımına destek verip, iyi gün kötü gün ayırmazken, diğeri hep iyi şeyler görmek ister. Paramı verdim şovumu gösterin bana mantığı. İki maç kötü oynadı diye empati özürlüsü olmanın manası yok. Son dönemde psikolojik sorunlar yaşayıp, yaşamadığı bilmeden gencecik insanlara bu kadar yüklenmesi çok ağır ve saygısızca bir düşünce. Bir de üstüne ben yaptım diye göğsünü germesi cidden içler acısı.

Dün bu yazıyı yazıyor olsaydım çok daha ağır bir dille yazıyor olurdum. Bazı şeylere insanın içi parçalanıyor. Kendisini her şeyden, herkesten büyük görüyor olmak insanı insan yapmaz. Trabzonspor'un gerçek taraftarına büyük iş düşüyor. Volkan'ı desteklemeli ve kendini bilmez taraftar olamayan seyircinin kendilerinin üzerine çıkmasına izin vermemeli.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Bir transfer anatomisi: Satsam mı? Satmasam mı?


Bu yazıyı bir Tottenham Hotspur taraftarı olarak yazdığım için biraz duygusal yazıyor olacağım.*

Şu an yaşadıklarımız geçen senenin bir kopyası gibi. Antremanlara ve hazırlık maçlarına çıkmayan bir Modric vardı. Real Madrid aldı, alacak derken Spurs güzel bir miktara sattı Modric’i. Transferin son gününde de o paraya Lloris, Dembele ve Dempsey’i renklerine bağladı. Şu anda da Bale transferindeki fırtına öncesi sessizlik modunun da sebebi bu diye düşünüyorum. Antremanlara çıkmadığı ve gitmek istediği iddia ediliyor Bale’nin. El sıkışıldı, fakat resmileşmedi. Sebebi belki de Spurs’un paraya kimleri alabiliriz diye hızlı çalışmaları olabilir. Veya Boas’ın inatla satılmasını istememesi de olabilir. Bana soracak olursanız da Bale gitmesin. Atarlı bir taraftar gibi yorum da yapabilirim: Gidip ne yapacak?

Gonzalo Higuain’in de gidişine kadar Real Madrid ikinci bir Ronaldo’yu alıp ne yapacak diye düşünüyordum. Bale de Ronaldo da sol ağırlıklı serbest oyuncular. Skoru değiştiren ve takımlarının en etkili silahları. Bale’nin Madrid’e gitmesi ile aynı pozisyonda oynayan iki kişi olacaklar. Şimdiden cevaplayayım, bu FM değil, Bale sağ açık oynamaz, oynamak istemez. Orada tutamazsınız o adamı. Değişmeli de olmaz. Olabilecek tek şey Ronaldo veya Bale’den birinin forvet oynaması. İşte bu noktada Higuain’in gidişi ile bu netleşti. Ancelotti muhtemelen ikisini bir arada oynatacak ileri üçlü sistemi oluşturmuş kafasında ki kadroda yer bulamayacağını anlayan Higuain’e de gitme demedi.

Bir de maliyet boyutu var bu transferin. Anlaşılan rakamlara bakılırsa Bale’nin Los Galacticos’a maliyeti aşağı yukarı 200 milyon poundu bulacaktı ki son anda Perez’in 100 milyon Euro açıklaması geldi. Spurs başkanı hala daha fazlasını istiyor. Bale ise teklif gelen takım Real Madrid olunca gitmek istiyor. Benim anlamadığım şey ise geçen sezonun sonunda da bu dedikodular vardı ve Bale kesinlikle takımdan ayrılmak istemediğini belirtmişti. Hatta Boas’ı çok sevdiğini, onunla çalışmaktan büyük zevk aldığını söylemişti. Bir de üzerine yeni doğan çocuğunun ismini de Alba Violet koyunca benimde içim rahatlamıştı.

Bir COYS taraftarı olarak ben Bale’nin gitmesini tabi ki istemiyorum. Olaylara hep duygusal boyuttan bakmışımdır. Günümüz futbolunda para çok önemli, evet, bununla birlikte Bale’nin Spurs’a bir şans daha vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu sene çok daha oturaklı bir takım sahada olacak ve Bale’nin bu takımdaki yeri tartışılmaz. Real Madrid’e gidip Ronaldo’nun gölgesi altında kalmaktansa Tottenham’da hala kahraman ve esas yıldız olmak ve dilediği oyunu oynama şansı var. Bu durumda iken oraya giderse bu aşırı özgüvenini kaybetme şansı bile olabilir.

Günümüz futbolunda bu duygusal düşüncelere yer olmadığı için çok büyük ihtimal bu sezon Bale Real Madrid forması giyecek ve senenin en büyük transferi olacak. Real Madrid’e çok uzun yıllardır (Zidane’den sonraki dönem) sempati duymadığım için de oraya gitmesini istemem. Hani hiç olmadı gidecekse Giggs’in veliahtı olarak Manchester United’a gitsin, bir ekol devam etsin isterim. Tabi bu da günümüz futboluna uymayan bir düşünce.

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan sonra teklif 104m Euro + Fábio Coentrão şeklinde revize oldu. Spurs başkanı Daniel Levy anladığımız kadarıyla 120 m Euro istiyor bu transfer için. Real Madrid yönetimi ise bu ücreti düşürme derdinde.

*XYZ Dergi bloguna yazdığım bu haftaki yazı...

15 Ağustos 2013 Perşembe

Kralın Yükselişi


Dün gece oynanan İngiltere - İskoçya maçını İngiltere 3-2 kazandı ve galibiyet golünü getiren isim birçok insanın belki adını ilk kez duyduğu Rickie Lambert'ti. 2006 yılından beri Southampton takımına duyduğum sempatiden dolayı sürekli takip ediyorum. Southampton'ın sırasıyla Lig 2, Lig 1'de şampiyon olması ve Championship'te ikinci olarak Premier Lig'e çıkmasının baş mimarıdır Rickie Lambert. Kısa bir süre öncesine kadar "31 yaşında, milli deneyimi yok, alt lig golcüsü" olarak nitelendirilerek milli takıma alınmayan Lambert'in Lig 2'den milli takıma uzanan 4 sezonluk hikayesini kısaca anlatacağım.

Geçmişine bakıldığı zaman tipik bir "alt lig golcüsü" olarak göze çarpıyordu. Genel kanı, premier lig gibi üst düzey bir platformda başarılı olamayacağı yönündeydi. 2008-2009 sezonunda Bristol Rovers formasıyla 45 maçta 29 gol atarak dikkatleri üzerine çekti. Newcastle, Everton gibi birkaç Premier Lig kulübü kendisini istese de kulübü B. Rovers gitmesine izin vermedi. Nedendir bilinmez ertesi sezon sadece 1 maçta forma giydi ve yine golünü attı. Yönetimle arası açık olan Lambert ertesi sezon bir başka Lig 1 ekibi Southampton'a transfer oldu, özellikle Lig 2 şampiyonu takımın hocası Nigel Adkins kendisini ısrarla istiyordu.

Nitekim 2009-2010 sezonu bittiğinde Lambert, Soton formasıyla çıktığı 58 maçta 36 gol atarak İngiltere liglerinin o sezon en çok gol atan oyuncusu ünvanıyla rekor kırıyor ancak takımını Championship'e taşıyamıyordu. Ancak Lambert'e yine bir premier lig takımından teklif gelmemişti. Championship takımları ise adeta sıraya girmişti. Bristol Rovers'ta bir yıl oynadığı sezondan sonra girdiği bunalımdan kendisini kurtardığı için, Championship takımlarını reddederek Nigel Adkins'le devam etme kararı aldı ve 2010-2011 sezonunda 45 maçta 21 gol atarak takımının Lig 1 şampiyonu olarak Championship'e çıkmasını sağladı.

Southampton ve Lambert için bu sefer hedef Premier Lig'ti. Kötü başlayan sezonun ardından toparlayan Soton, sezonu West Ham'ın ardından ikinci bitirerek doğrudan Premier Lig'e yükselmişti. Rickie Lambert ise yine üzerine düşeni yaparak 42 maçta 27 golle Championship gol kralı oluyordu. Artık Premier Lig takımlarının dikkatini iyice çekmiş ve teklifler almaya başlamıştı. Southampton'dan daha iyi bir takımdan teklif almadığı için gitmeyi düşünmediğini söyleyerek Nigel Adkins ve Soton'a bağlılığını gösterdi.

Kendisi için "yaşlı, premier lig'te alt liglerdeki gibi gol atamaz, silinir gider" yakıştırmaları yapılıyordu ancak Lambert forma giydiği 38 maçta 15 kez ağları sarsarak yine ne kadar kaliteli bir golcü olduğunu herkese kanıtladı. Ve sonunda beklenen oldu, Lambert dün gece İskoçya'yla oynanan hazırlık maçında milli takım kadrosuna alındı. İngiltere'nin 2 kez geriye düştüğü maçta, oyuna girdikten 2 dakika sonra galibiyeti getiren golü atan isim Rickie Lambert'ti.

Lambert, adam eksiltme, frikik kullanabilme, kafa vuruşu ve top saklama gibi üst düzey özelliklere sahip komple bir oyuncu. Bugüne kadar milli takımda denenmemesi bile İngiltere için büyük talihsizlik, bu yazıyı okuduktan sonra biraz daha dikkatli izleyecek ve bana hak vereceksiniz.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Neden 47 bilet satıldı?

Dün Türkiye - Gana maçına sadece 47 bilet satıldığını öğrendik. Peki nedenini sorguladık mı? Neden insanlar milli takımlarının maçına ilgi göstermiyor irdeledik mi?

Bence asıl düşünmesi gerekenler düşünmedi, sadece insanlara ilgi göstermedikleri için laf ediyorlardır. Aslında en görünen sebebi milli takımın heyecan vermemesi. Brezilya'ya gidemiyor olmamızın dışında umut yok sahada. Abdullah Avcı'yı çok severim ve başarılı olmasını çok isterim. Bununla birlikte kendisi hep bir kolej takımı havası oluşturmuştur. Alt milli takımlarda da İBB'de de bu hava vardı hep. Lakin milli takımda bu pek mümkün değil. Karışanı çok, beklentisi çok. Bir iki başarısız sonuçtan sonra hemen üstünüze çöker sevgili çok bilmiş basınımız. Sabır denen şeyden yoksundurlar malum.

İkinci sebebi ise maçın Atatürk Olimpiyat Stadı'nda olması. Yani hazırlık maçını bir hata yaptın İstanbul'a aldın da neden o Olimpiyat'ta oynatıyorsun? İyi ki metro yapıldı arkadaş. Zaten en başından İstanbul'da olması saçma. Bu tip maçları Anadolu'ya alacaksın. Anadolu insan İstanbul insanından her zaman daha çok ilgi gösterir.Her zaman göremedikleri bir takımı severek izlerler.

Üçüncü bir sebebi ise milli takımın Dünya Kupası üçüncüsü olduğumuzdan beri farklı bir boyuta taşınması. Çok fazla siyasi bir hal aldı olay. Milli takım teknik direktörü olmak cidden zor bir şey. Üzerinizdeki baskı ve takım içindeki gruplaşma senelerdir hat safhada. Antremanlardaki görüntüleri pek inanmıyorum. Klüp takımlarında fırtına gibi esen futbolcular, o formayı giyince kayıplarda resmen. Bu durumdaki bir milli takımı da kimse izlemek istemez.


13 Ağustos 2013 Salı

Türkiye'deki maç saatleri sıkıntısı

Beşiktaş - Trabzonspor maçı ile artık bunu dışa vurma vakti geldiğini düşünüyorum. Atatürk Olimpiyat Stadı'nda 21:45'e maç alınırsa tepki büyük olur haliyle. Maç bitiminden sonra metro muhtemelen kapalı olacak ki özel bir anlaşma varsa ancak açık olabilir. İstanbul'un bir ucundan binlerce insan nasıl geri dönecek çok merak ediyorum. Açıkçası ben maça gitsem, oradan eve dönmem rahat ikiyi bulur. Bunun sonrasında iş var, güç var.

Bu durum sadece Beşiktaş - Trabzon maçı ile ilgili de değil. Genel anlamda maç saatlerimizde sıkıntı var. Yayın sebebiyle illa bir günlere yayılma durumu zorunluluğu da oluyor.

İngilizler işi bilmiyor sanırsam ki bizim süper kupamıza denk gelen Community Shield kupasını öğleden sonra oynatıyorlar. Almanya, İtalya, Arjantin ve İngiltere'de bir çok maç ki buna büyük takımlarda dahil öğleden sonra oynatılıyor. Sebebi basit: Tek bir maç ile bütün akşamları heba olmasın, gündüz oynansın ki akşam planlarına devam edebilsinler. Bir tek İspanya'da baya geç oynanır maçlar. Onlarda zaten aşırı rahat insanlar oldukları için az uyudum, uykusuz kaldım, işe geç kaldım derdi olmaz. Zaten çalışma saatleri bizimkinden daha geç başlar.

Bizde ise tam tersi. Genelde akşamlarımızda pek sosyal hayatımız yokmuş gibi davranılır ve bir maç ile komple kapatılır. Baya bir süredir gündüz maç uygulamasına ihtiyacı var bu ülkenin. Ama işte yayıncı kuruluşun da pek hoşuna gitmiyor olabilir bu durum. Sonuçta akşam reytingleri ile gündüz reytingleri bir olmaz pek. Ayrıca şu da var ki gündüz maçlarına insanlar daha çok aileleri ile de gidebilir duruma gelecektir. Bir de şu "Bizim çocuklar gündüz maçlarına alışkın değil." muhabbeti efsanedir. Nasıl bahane ise...

26 Temmuz 2013 Cuma

U20 Dünya Kupası Final Günü


Öncelikle bir notla başlayayım. Yazıyı turnuva final gününden iki gün sonra XYZ Dergi için yazdım. Orada yayınlanmadan buraya da koymak istemedim. Biraz gecikmiş olduk kusura bakmayın.

Gezi olaylarının takibi vs derken ülkemizde düzenlenen U20 Dünya Kupası’na konsantre olamamıştım. 2.5 ay önce arkadaşımla aldığımız final bileti beni turnuvaya bağladı diyebilirim.

Önce nereden başlasam bilemiyorum. Organizasyon mu yoksa oynana futbol mu konuşmalıyız? Geleceğin futbolcularına bu kadar ilgisiz olmamız biraz utanç verici diyebilirim. Trabzon’da Salih’in sırf Fenerbahçe’de oynuyor diye ıslıklanması ve küfürler yemesi de cabası. Turnuva organizasyonu farklı bir şey stadı dışındaki organizasyonlar farklı. U20’de olsa sonuçta bir dünya kupası düzenlenen turnuva. Final günü saat 17.00 gibi Türk Telekom Arena’ya girerken koskoca stad girişinde sadece bir kapının yarısının açık olması çok garip. Ramazan’da bu sıcakta yüzlerce insan o yarım kapıdan girmeye çalışıyordu. Yarım kapının diğer yarısı da açıldığında beni arayan güvenliğin ‘Neden açtılar bu kapıyı ya?’ demesi manidardı cidden.

Stad çevresinde komşumuz da olmasının verdiği avantajla Iraklı futbolseverler kaynıyordu. Kendimi Irak’ta sandım diyebilirim. Ellerinden geldiğince organize olmaya çalışmışlar. Ufak bayrak ve sapka dağıtıyorlardı. Hep sorunları mı gördün diyecekseniz belki de stada girerken belli bir sıranın olmaması da sinir bozucuydu. Iraklı vatandaşların bir kısmı devamlı önden kaynak yapma derdindeydi. Hatta bir biletle iki kişi giren bile oldu. Biletleri kontrol eden kişinin ses çıkarmaması da garip. Hepsinin ötesinde bunları denetleyen bir güvenliğin olmaması da çok acayip. Bir şekilde içeri girdiğimizde Türkiye’de klasik olan içeri su ve bozuk para almama olayı burada da karşımızda idi. Bunu yabancı futbolsevere nasıl izah edeceksin? Bu sıcakta yanında su getiriyor ve içeri almıyorsunuz. Iraklı orta yaşlı bir kadında tepki olarak elindeki 1.5 litrelik suyu yere döktü polisin önünde. Polisin de ‘hadi lan yürüyün!’ tepkisi arkasından geldi. Daha önce yurt dışında böyle bir turnuva maçına gitmedim ama en azından Camp Nou’da maç izledim iki kere. Alışmışız ya polisi görünce kollarımı açtım ve adam bana garip garip baktı bu ne yapıyor diye. Bunları gördükten sonra Fifa’nın düzenlediği bir dünya kupasında bu tip şeyleri görünce yadırgıyorum. Çünkü içeride zaten şişe su da satılıyor, para üstü olarak bozuk para da veriliyor. Artık bazı şeyleri aşmamız gerekiyor. Cidden stadlarda medeniyeti öğrenmemiz gerekiyor artık.

Bir de şu satın alınan koltuklara oturmayıp, başka yerlere oturma merakı var. Iraklılar üç ayrı tribünde ama en çok maraton tribününde olmak üzere tam ortalara yerleşmişlerdi. Gana resmen deplasmana çıkmış gibiydi. Tabi yerine oturmak isteyen insanlar koltuklarında başkalarını gördüler. Bunu güvenliğe söyleyen bir kadın ‘ne yapabilirim?’ tarzı bir yanıt aldı. Haliyle hakkını arayan kadın güvenliğe kaldırabilirsiniz tarzı bir cevap verince hareketlenme başladı. ‘Yerime oturuyorsunuz’un cevabı olarak ‘Benimde yerime oturuyorlar ama’ cevabını artık vermememiz gerekiyor. Artık bunları aşmamız gerekiyor. O zaman onların oturmasına izin verme, kaldır. Biz 2020 Olimpiyatları’na aday şehiriz. Artık bunları aşmamız gerekiyor. En ufak bir basketbol turnuvası etkinliğinde bile onlarca yer gösteren çocuk varken final günü kimseyi göremedim. Sadece güvenlik vardı ve onlardan yardım talep edebiliyordunuz. Halbuki stada girer girmez bu çocukların insanlara yerlerini göstermesi gerekir. Seyircinin pek ilgilenmediği turnuvaya yönetimde bu detaylarla uğraşmak istememiş mi acaba?


Maçlara gelirsek önce Irak - Gana 3.lük maçıyla açılış yaptık. Irak resmen taraftar gücünü arkasına alıp ilk 10 dakika çok güzel baskı kurdu. Gana finale çıkamamanın ve turnuvanın son maçına çıkmanın verdiği fiziksel yorgunluğunda etkisiyle daha önceki maçlardaki uyumu sağlayamadı. Lakin daha sonra dengelenen oyun sonucunda golleri buldu. Gana geri beşlisi gerçekten baya başarılıydı. Özellikle hamle zamanlamaları ve pozisyon alma yetenekleri iyiydi. Turnuvada adından çokça söz ettiren Ebenezer Assifuah ve Frank Acheampong dışında ben Irak’ın yedi numarası Jawad Kadhim’i çok beğendim. Oyunu iyi okuyan, atletik ve ayağına hakim bir oyuncu. İlerde cidden iyi klüplerde oynayacağını düşünüyorum. Maçın sonuna doğru az sayıdaki Gana taraftarının ‘Champion Gana!’ tezaruhatlarına başladığı an Iraklı seyircilerin direk ayağa kalkıp alkışlaması güzel bir andı.


Irak - Gana maçı biter bitmez Uruguay taraftarları stadı doldurmaya başladı. En azından Irak taraftarının boşalttığı yerleri. Çok renkli Uruguay taraftarlarını maçı izlemeye gelen Türk futbolseverlerinin de desteğini fazlasıyla aldı. Uçakla 2.5 saat uzaklıktaki Fransa’nın seyircisi yok denecek kadar azken tüm stad akustiğinde veridiği güçle Uruguay diye inledi diyebiliriz.


Bizi eledikleri için mi yoksa Uruguay daha sempatik geldi diye midir Fransa’ya ciddi deplasman havası yaratıldı. Kraldan çok kralcı olma huyumuz meşhurdur. İlla bir taraf tutulması gerekir. En alakasız hiç bilmediğimiz takımlarda birbirleri ile oynasalar bu ülkede bu böyledir. Tüm stad Fransa’yı yuhlarken ben de aralarında nadir Allez Les Blues diye tezaruhat yapanlardanım. Maç boyunca ıslıklama tamam lakin penaltılar da bence taraf tutmamız yanlıştı. Eğer yuhluyorsan Pogba’nın sesi duyamıyorum hareketini de kabul edeceksin. Areola’nın penaltı kurtardıktan sonra ıslıklayanlara doğru yaptığı hareket ne kadar doğru değilse ülkesine getirdiği kupa alkışa değerdi.

Fransa gençlerini fazla hormona boğmuş sanırsam. Areola ve geri dörtlünün üçü ve önlerinde oynayan Pogba ile Sanogo baya dev gibiydiler. Bu fiziksel avantajı çok iyi kullandı Fransa. Uzun boylarının yanında atletik fiziklerine hız da eklenince iki bek arasındaki mesafa rahatlıkla açılabiliyor, bu sayede beklerde hucuma daha çok çıkabiliyordu. Pogba zaten tecrübesi ile takımı çok güzel yönetti. İki takımında finalin verdiği stresle ne kadar kontrollü olduğunu söylememize gerek yok sanırsam. Fransa’nın sol bekini (sanırsam Digne idi) ve kalecisi Areola’yı çok beğendim. Thauvin için ekstra bir şeyler yazmaya gerek yok sanırsam. Pogba fizik ve oynadığı pozisyon olarak Viera’yı anımsattı bana. Yükselme döneminde Juventus’ta oynuyor olması da mı tesadüf?

Son olarak Akdeniz Oyunlarındaki doping skandallarının Kırkpınar’a kadar sıçraması, Rusya’da düzenlenecek Atletizm oyunlarından men edilme tehlikesinin yanı sıra, NBA’de oynayan oyuncumuzun bile dopingli çıkmasına rağmen milli takım kaptanlığının devam etmesinin üstüne U20 Dünya Kupası’ndaki seyircisizlik rekorlarının üstüne sorum şu olacak: Biz olimpiyat düzenlemeyi ne kadar hak ediyoruz.

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan bir hafta, on gün sonra PSG, Digne'yi 15 milyon euro bonservisle transfer etti.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Kasımpaşa'da Beşiktaş...


İnönü Stadı'nın yıkılması ve yeni stadın yapılma sürecinde Beşiktaş'ın maçlarını nerede oynayacağı muallaktı. Şükrü Saraçoğlu, Türk Telekom Arena isimleri bile geçti. En son Başakşehir ve Zeytinburnu Stadı da seçeneklere eklenmişti. Her ne kadar metro yapılmış olsa da Olimpiyat Stadı en son ve en kötü tercih olacaktı. Sonunda açıklama geldi ve Kasımpaşa'nın Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nda karar kılındı. Anlaşma bu hafta içinde imzalanacak deniyor. Peki bu ne kadar doğru bir tercih?

Öncelikle saha içi konusuyla başlayalım. Olimpiyat Stadı'nda oynayan bir takım hiç bir zaman başarılı olamaz. Tribünlerin sahaya olan uzaklığı ve stadın büyüklüğü nedeniyle dolmayan tribünlerden dolayı rakibe bir baskı kuramazsınız. Bu yüzden Beşiktaş yönetimi diğer alternatiflere yöneldi. En başından beri dediğim gibi Türk Telekom Arena Galatasaray'ın, Şükrü Saraçoğlu ise Fenerbahçe'nin mabedidir. Bu mabedlerde Beşiktaş iç saha maçı yapmamalıdır. Ben nasıl İnönü Stadı'nda bu iki ezeli rakibin iç saha maçı yapmaması gerektiğini düşünüyorsam, aynı saygıyı onlara da göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu bir Beşiktaşlı olarak değil bir futbolsever olarak söylemek benim görevimdir.

Diğer alternatifler ise doğru tercihlerdi. Kapasiteleri düşük olsa bile Beşiktaş'ın taraftarının gücü ortadadır ve bu statlarda rakibi çok güzel baskı altına alabilirsiniz. Semte de yakın olması sebebiyle de Kasımpaşa Stadı tercih edildi diye düşünüyorum. Stadın handikabı ise birbirinden ayrı üç tribünü olması.

Saha dışı boyutuna bakarsak, Kasımpaşa taraftarı ile Beşiktaş taraftarının arasının iyi olmadığını hepimiz biliyoruz. Bunun üstüne en son Gezi olaylarında Çarşı'nın ön plana çıkması ve hatta kurucularından kişilerin de terör örgütü kurmak suçuyla gözaltına alınması da cabası. En son olarak da Kasımpaşa taraftar grubunun bir açıklama ile Beşiktaş'ın maçlarını statlarında oynamalarını istememesi ve eski husumeti canlandıracağını söylemeleri de olayın ne boyutta olduğunu gösteriyor.

Bu üç nedenden dolayı ben Beşiktaş'ın bu sene kaç maçı seyircili oynayabileceğini merak ediyorum. Gerek Haziran ayında yaşananlar ve stadın ismi nedeniyle taraftarın takınacağı tavır gerekse de Kasımpaşa ve Beşiktaş taraftarının karşılıklı takınacağı tavır bunu belirleyecek. Hepimizin gönlünden geçen ise sorunsuz, kazasız, belasız olabildiğince az cezalı bir sezon bizimle olsun.

28 Haziran 2013 Cuma

Herkesin İçinde Vardır Masum Bir Piç, Gelsin Artık Slaven Bilic

Aslında bu yazıyı daha önce yazmayı planlıyordum ama hem UEFA'dan gelen karar, hemde iş güç derken Bilic'in hava alanında yaptığı ilk açıklamaya kadar sarkıttık. "En Büyük Beşiktaş" şeklinde Türkçe yaptığı jest ve kısa basın toplantısıyla birlikte onunla eğlenceli bir sene geçireceğimiz çoğu kişi tarafından düşünülüyor olsa gerek. Sportif olarak başarılı olacak mı olmayacak mı bilinmez fakat yıllardır dillere plesenk olan ve aslında özlenimini duyduğumuz "Beşiktaş'lı Duruşu" tabirini de sonuna kadar taşıyacağına emin olabiliriz.

Benim yaşım tutmaz. Bize hep anlatılırdı Beşiktaş öyle, Beşiktaş böyle diye. Futbolla ilgilenmeye başladığım dönemden beri sadece başarıya odaklı olarak yönetilen fakat ilk üç takımı olmaktan öteye gidemeyen bir Beşiktaş görmüştüm. Geçmişi anlatılan günümüzün Beşiktaş'ında da öyle ahım şahım şeyler yoktu. Bize anlatılan Beşiktaş, hiçbir zaman endüstriyel futbola hizmet etmeyen ve sadece taraftarına futboldan zevk almasını sağlayan bir takımdı. Sadece günlük sorunlarını kenara itip futboldan zevk almaya çalışanların desteklediği takımdı. Özellikle 80 sonrası kendini hiçbir yere ait hissetmeyenlerin takımıydı. Özellikle 90'larda bu takımın taraftar kitlesine baktığımızda çoğunlukla solculardan, işçilerden, eşcinsellerden veya eğitim seviyesi yüksek kişilerden oluştuğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Almanın St. Pauli'si kadar olmasa da Türkiye için ötekilerin ya da ötekileştirilenlerin takımı Beşiktaş olmuştu. Peki ne oldu?

2000'ler ve sonrası Beşiktaş endüstriyel futbola hızla yenik düşerken, sonun başlangıcı olarak Yıldırım Demirören'in başkanlığa seçilmesi şuan aradığımız o duruşunda, Beşiktaş'ın da kimliğini değiştirir hale getirdi. Ötekilerin takımı artık sıradan bir endüstriyel futbol takımı haline dönüşmeye başlamış ve gereksiz yere kendisini Fenerbahçe - Galatasaray çekişmesinin arasına sokmaya çalışmıştı. Her geçen gün Çarşı dahil taraftar gruplarının da bilinçlerini kaybetmesi, ötekilerin tribünden uzaklaşmasına ve sorumsuz bir taraftar kitlesinin çevreye hüküm sürmeye başlamasına sebep olmuştu. Demirören dönemi Beşiktaş'ın en karanlık dönemiydi ve Beşiktaş neredeyse kimliğini kaybetmek üzereydi.

Ne mi oldu? Kimileri için felaket ama bana kalırsa Beşiktaş'ın kurtuluşunun başlangıcı olduğu için mucize... Şike davası sonucu Demirören, Recep Tayyip Erdoğan'ın futboldaki kuklası olmak için Federasyon başkanlığına doğru yol alırken Beşiktaş'ın başkanlığına Fikret Orman geldi. İlk sezonu hatalarla geçmiş olsa da Beşiktaşlılık olarak adlandırdığımız bu duruşu kısmen de olsa sergilemeyi başardı. Kulüp menfaatleri için muhalif olmamak ve korkak politika izlemesi eminim kendisi de koyuyordur. Bir çok kötü karar ve hatasına rağmen herkes şunun bilincindeki en azından "gerçek bir Beşiktaşlı" kulübün başkanlığını yapıyor.

Geldik ikinci seneye, yine başlığı attık uzun bir giriş yaptık ama son bu gerçekten. Kulüp içindeki ilk yıl esasen Fikret Orman'ı kandıran ve kulübü sömüren kemirgenlerin gölgesi altında geçti. Altınsay'ın, Cem Bilge'nin, Mesut Urgancılar gibi isimlerin küstürülmesi ve Tamer Kıran, Levent Erdoğan gibi kan emicilerin kulübe hakim olmaya çalışması neyse ki sonunda Fikret Orman tarafından fark edildi ve sonuçlar malum. Fikret Orman tecrübenin en ağırlarından birini yaşayarak öğrenmişti ve artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.

İlk hamle bu ülkede futbol organizasyonu diyince akla gelebilecek en yetkin isimlerden biriyle anlaşmak oldu. Beşiktaşlı duruşuna harfiyen uygun, görüşleriyle ve fikirleriyle bile medyayı ezebilen bir insan olan Önder Özen takımın başına getirildi. Teknik direktörlük arayışları devam ederken ülke tarihinin en önemli olaylarından birinin meydana gelmesi ise süreci baştan sona değiştirdi.

31 Mayıs sabahı yataklarımızdan kalktığımızda hiç kimse gün sonunda gelinen noktayı hayal edemezdi. Korku ve baskı ile sürekli bastırılan kesim "artık yeter" diye sokaklara inmiş ve faşist zihniyetli hükümete karşı ayaklanmıştı. İlk gün bitmeden ötekilere destek vermek için yine öteki kimliğini bu sefer tamamen hatırlayan Çarşı'da sokaklara inmişti. Yıllarca çeşitli etkinlikleriyle hep ötekilerin yanında olmaya devam etmişti Çarşı ama Beşiktaş'ın bozulması resmen ona da yansımıştı. O da bozuluyordu, ama onlarda Fikret Orman sonrası Beşiktaş gibi gidişe dur demek için bir fırsat yakalamıştı. Ve dur dediler... Bu işte o kadar başarılı oldular ki ülkenin başbakanı onlara "TERÖRİST" sıfatını yakıştırdı ama ünlerinden faydalanmak için toplama kampı mitinginde çakma Çarşı bayrakları açtırdı.


Çarşı 1982'de kurulduğundan beri ötekilere sahip çıkmaya, unutulanları hatırlatmaya çalışmıştı. Gezi Parkı olayları sırasında yaptıklarıyla bir kez daha hatırlattılar. Onlara sırtlarını çoktan dönmüş olan benim gibi Beşiktaşlılar bile semte inerek, gerekte Gezi Parkı'nda Çarşı'ya Beşiktaş'ın kendisiymiş gibi sahip çıktılar. Çarşı ve Beşiktaş hiç olmadığı kadar bir araya gelmiş ve adeta "ötekilerin takımı" niye geçmişte bu ünvanı hak etmiş ki diye soranlara tokat gibi cevabını vermişti. 3 Temmuz sürecinde biz uyurken olayları gören önemli bir kesim Fenerbahçe taraftarının da Çarşı'ya sürekli destek vermesi, Beşiktaş'ı rekabetin bir kısmı olarak değilde eskisi gibi dost görmelerine sebep olmuş mudur bilinmez ama Demirören dönemi oluşturulan düşmanlığın dostluğa dönüştüğü artık kesin gibi bir şey...

Çarşı bu kadar aktifken ve Beşiktaş artık özüne tamamiyle dönmüşken kulübün bunu lehine çevirmesi gerekiyordu. Ne yapılacaktı? Stad yüzünden kulüp tepki koyamıyor. Çoğu iş adamı yönetici faşist yönetimi karşısına almak istemiyor. Duruş gerekiyordu. O duruşa sahip bir adam gerekiyordu.

Bana kalırsa onca TD ismi geçerken ve hatta Prosinecki ile anlaşmaya neredeyse çok yakınken iplerin hepsiyle kopup bir anda Rusya'dan Bilic'in getirtilmesi tesadüf olamaz. Önder Özen en başından beri Bilic listemdeydi dese de olayların tam üstüne, biz artık onu unutmuşken onun getirtilmesi tesadüf olamaz. Olabilir mi? Dinle o zaman...

Slaven Bilic... Babası 1971 yılında o dönemlerde Yugoslavya'ya bağlı Hırvatistan'da başlayan ve son dönemlerde Hırvat Baharı olarak adlandırılan ayaklanmanın liderlerinden biriydi. Otonomi hakkı için yapılan bu ayaklanma sonucunda bir millet uykudan uyandırılmış ve sonucu geçte olsa görülmüştü. Lakin o dönemler küçük Slaven için hiçte hoş geçmemişti. Babasının liderlerden biri olması önceleri ailenin çok zorluk çekmesine sebep olmuş, ardından yine babasının fişlenmesinden dolayı Yugoslavya içindeki yaşamları ciddi anlamda çekilmez hale gelmişti. Bilic'in siyasi görüşleri de bu yaşlarda şekillenirken aykırı kişiliği de yine oturmaya başlamıştır. Babasına yapılanlar başkalarına yapılmasın diye öğrenim hayatını da buna göre şekillendirmiş ve hukuk okumuştu. Fakat başka bir hayali daha vardı.


1989 yılında profesyonel olarak doğduğu kentin takımı olan Hajduk Split'te futbola başlayan Bilic, kısa sürede göze batmayı başarmıştı. Lakin adını dünyaya tanıtan ilk şey performansı değil, Yugoslavya Milli Takımı'ndan kendisine gelen teklifleri üst üste reddediyor oluşuydu. Sebep mi? Basit. Babasına yıllardır zulüm yapanlar adına oynamayacaktı... Oynamadı. Taa ki Hırvatistan bağımsızlığını kazanıp, milli takımını kurunca koşarak onlar adına oynamaya gidene kadar...

Bilic futbolculuk kariyeri boyunca parlak dönemler geçirmiş olsa da çoğunlukla baş altı bir stoper olarak gösterilmişti. Aslında çok daha fazlası olabilecek bir adam iken aykırılığı o dönem için aşırıya kaçmıştı. Nitekim Avrupa'da gittiği kulüplerde o tip oyuncuları seven kulüpler olunca kendisi adına iyi bir kariyer çıkardığını söylemek mümkündü. Ama asıl parlamasını teknik direktörlük döneminde yapacaktı.

Futbola hem başladığı hemde bıraktığı kulüp olan Hajduk Split'te ilk antrenörlük deneyimine çıkan Bilic, ortalama sayılabilecek bir yıldan sonra Hırvatistan U-21 kadrosunun başına getirtilir. Efsanesi de burada başlar. Gençler ile kurduğu iletişim, oynattığı modern oyun ve tabii ki medya ilişkileri... Bilic'in takımı 2 sene boyunca çok başarılı olamaz ama jenerasyon onun önderliğinde inanılmaz bir gelişim göstermiştir. Genç futbolcular onu çok sevmektedir. Antrenörlüğün yanında müzisyende olan Bilic, ülkesinde çok tutulan Rawbau adlı bir rock grubunun da basçısı ve söz yazarı olarak gençler tarafından tanınmaktaydı. Sadece takımında çalıştırdıkları değil, ülkedeki her genç...

2006 yılında onlarca aday varken Kranjcar'dan boşalan koltuğa Bilic'in getirilmesi bu yüzden eleştirilmemişti. Nitekim 2006 yılından sonra Hırvatistan milli takımı 90'larda yaşadığı başarıları yeniden yaşamaya başlamıştı. Bunun mimarı da tabii ki genç yeteneklerle dolu kadrosuyla Slaven Bilic'ten başkası değildi.

Srna, Pranjic, Kranjcar, Drpic ve Eduardo gibi alt takımdan oyuncularını milli takıma monte eden Bilic, ayrıca o güne kadar fark edilmeyen Corluka, Seric ve Leko'ları da davet etti. 2006 Dünya Kupası'nda neredeyse dibi gören Hırvatistan Milli Takımı, 2008 Avrupa Şampiyonası'na İngiltere Milli Takımı'nı saf dışı bırakarak katılmaya hak kazandı. O dönem yardımcıları arasında eski dost Mrmic ve yeni dost Prosinecki'nin de olduğunu hatırlatmak gerek. Evet, geçen haftaya kadar ki antrenör adayımız Prosinecki...


O turnuvada Hırvatistan garip bir favorilerden biri olarak gösteriliyordu. O turnuvada başlarına ne geldi en iyi de biz biliyoruz. Pletikosa'nın yıllar sonra Türk Telekom reklamında dediği "inanılmaz, bu olamazdı..." Türk Milli Takımı'nın öyle ya da böyle kurbanı olan parlak jenerasyon Bilic göreve başladığından beri ilk defa ağır bir darbe almıştı. Sanki durdurulamayacaklarmış gibi gözüken bir takım yenilmişti ve bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.

Bilic o zaman " Çok ilginç bir şekilde kazanıyorlar. Hem kaliteleri var hemde tarif edemeyeceğimiz bir şey var. Bu turnuvada onu sadece Türklerde gördüm. Böyle giderse final bile oynarlar. Bu yenilgiyi asla unutmayacağız ve yaşamımız boyunca aklımızda kalacak. " Kim bilir belki yıllar sonra milli takımı bıraktığında yine ilk görüştüğü takımın Beşiktaş olması, o zaman duyduğu bir hayranlıktan kalma düşüncedir. Bir arzudur, hırstır.

"Sadece inanç yetmez. Bizde inanıyoruz tabii ama kalite şart. Ve bizde gerçekten her yönden kaliteli oyunculara sahip bir takımız. Bu yüzden kaliteliyiz." 

2008'de Türkiye gibi bir takım tarafından elendikten sonra Bilic'in o koltukta fazla oturmayacağı düşünülüyordu. Fakat öyle olmadı. Hırvatistan Futbol Federasyonu hocasının arkasında durdu ve yola devam dedi. Bunu demelerinin en temel sebebi oyuncular ile Bilic'in arasındaki inanılmaz bağdı. Bilic, oyuncularıyla kurduğu aile ortamı sayesinde sürekli başarılara koşuyordu. Zaman zaman aykırı davranışlarından ötürü birçok oyuncusuyla zor günler yaşasa da hiçbiriyle Fatih Terim vs. Fatik Tekke, İbrahim Toraman, Mehmet Topal tarzı küskünlüklere girip milli takım kapılarını onlar için kapatmadı. Dönem dönem çağırmadığı isimleri de gerçekten hak ettiğinde formasına kavuşturdu ve saygı/sevgi çerçevesinde bir takım kurmayı başardı.

Bilic'in yakaladığı başarının Hırvatistan'ı 2010 Dünya Kupası'nda da zirve adaylarından biri yapacağına dair inanışlar güçlenmeye başlamıştı. Ama kaderin cilvesi olsa gerek ki bir önceki turnuvada saf dışı bıraktıkları İngiltere, bu sefer onları saf dışı bırakmış ve Hırvatistan futbolun en büyük kupasına katılamamıştı. Türkiye yenilgisi sonrası bir kere daha tokat yiyen Bilic için yine bu sefer tamam derken onlar yine devam kararı aldı. İstikrar!

Kadro her geçen gün gençleşiyor ve Hırvatistan'ın oyun düzeni oturarak Avrupa'nın en sağlam takımlarından biri haline geliyordu. 2012 Avrupa Kupası için her şey yolundaydı. Kupa başlar, fakat Hırvatistan çok şanssız bir şekilde grupları geçemez. Artık tamam dedik, Bilic kovulur dedik ama kovulmadı. Hırvatistan federasyonu Bilic ile devam dedi. Lakin kendisi artık tamam diyerek, yorulduğunu ve kulüp çalıştırmak istediğini söyleyerek federasyondan ve oyuncularından affını diledi. Kötü bir ayrılık oldu, ama küskün taraf yoktu. Olması gerektiği gibi, medenice ve insani ...

Geçtiğimiz yıl turnuva sonrasında işi bırakan Bilic'e ilk ciddi taliplerden biri yine Beşiktaş'tı. İbrahim Altınsay'ın da desteklediği ve getirtmek istediği isimlerden biri olan Bilic, ta kaç paragraf önce dediğimiz gibi Tamer Kıran ve Levent Erdoğan lobisinin kurbanı oldu desek yeridir. Yıllık sadece 1.5 milyon euro gibi bir para isteyen Bilic'e bunu çok gören yönetim, onu askıya alır. Altınsay'ın istifasından sonra ise Bilic'in buraya gelmesine imkan yoktur. O da "teklifler arasında kafama en çok yatanı" dediği Rusya'da halkın takımı olan, Sovyet döneminde rejim karşıtlığıyla bilinen Lokomotiv Moskova'ya gider.

Aslında işler orada Bilic için çok iyi başlar. Fakat yönetim ve taraftar arasındaki gerginlik büyüdükçe büyür. Bilic yine taraftarın sevgilisidir ve yönetim tarafından bu sevilmez. Nitekim yer yer yönetime de karşı duruşunu gösterir. Yönetimci oyuncular ile de arası açılır ve çalkantılı geçen sezondan sonra Lokomotiv, ligi 9. bitirerek 1992'deki şampiyonluktan beri aldığı en kötü dereceyi alır. Yönetim suçu Bilic'in üstüne yıkar. Bilic'te sorumluluğu alır ve istifa etmeyi düşünür ama taraftar istemez. Bilic için gelecek belirsizdir ama ona yeni kapı eski dosttan tekrar açılır.


Bilic'in 4-5 gün önce Beşiktaş ile anlaştığı resmen duyurulmadan sadece 4 gün önce Lokomotiv ile resmen ayrıldığı açıklanır. Adeta o teklifi beklermişçesine Rusya'daki sözleşmesini askıya alan Bilic, direkt bu ülkeye adımını atar. Karar verme aşamasında yabancı kanallardan gördüğü (Yerli medyanın durumu malum) eylemciler ve tabii ki Çarşı grubunun yaptıkları onu etkilemiş olabilir mi? Bilemeyiz.

İlginç bir kariyer ve gittiği her yerde halkın adamı olmasıyla bilinen bir isim olan Bilic, Türkiye'de belki de gelebileceği en doğru adrese adımını attı. Öteki adam, ötekilerin takımına imza atarken ilk sözlerinden biri "gençler" oldu. Genç, dinamik ve kimliği olan bir Beşiktaş için atılmış en doğru hamlelerden biri yapıldı. Bunun baş mimarlarından biri olan Önder Özen ise üstte uzunca anlattığımız bu adamı Beşiktaş'a getirerek bir kez daha ne kadar üstün zekalı bir insan olduğunu gösterdi. Nokta atışı diye buna denir.

Oyuncular ile birebir iletişim kurmayı seven ve hiyerarşiden ziyade dostluğa inanan bir teknik direktör portresi Türkiye'de tutar mı bilemeyiz. Sosyal kişiliği, hızlı yaşantısı Türk medyası tarafından yerden yere vurulacak, onu sürekli aşağıya çekmeye çalışacaklar biliyoruz. Sportif olarak Türkiye şartlarına adapte olabilecek mi? Bilemeyiz. Ama bildiğimiz tek şey Beşiktaş'ın teknik direktörlük koltuğundaki adamın bizden biri olduğu ve takımın artık özünde olduğu gibi sadece ve sadece "çok daha eğlenceli" olacağıdır.

Hoş geldin Bilic...

İşin bayağı zor ama üzülme, eminim bu taraftar seni çok sevecek ve temennim odur ki yıllarca birlikte olacağız. Medya seni her aşağıya çekmeye çalıştığında bu taraftar sana sahip çıkacak. Çünkü sen hepsinden daha farklısın, burayı sadece "iş" olarak görmüyorsun. Buraya bir amaç uğruna geldin.

O yüzden taraftar seni "Bize bira yasak, ayran iç Bilic" diye karşıladı. Eninde sonunda bunu anlayacağını biliyor.

Umuyoruz ki nice güzel yıllar geçiririz!