25 Eylül 2013 Çarşamba

Terim'in Ardından

Bu sefer sportif başarısızlık yoktu ama yine gitti…

Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı teknik direktörü Fatih Terim, kovulduğu gün itibariyle nedenini kamuoyunun bilmediği bir şekilde görevinden ayrıldı. Galatasaray kulübünün yaptığı açıklamada da elle tutulur bir neden yok. Çoğu kişinin görüşü Fatih Terim’in ve Ünal Aysal’ın egolarının çarpışmasının bu sonucu doğurduğu yönünde.

Evet Terim egolu. Çünkü burası Türkiye ve basamakları çıkarken sizin paçanıza yapışan kişileri ancak tekmeleyerek, üzerlerine basarak ve itekleyerek yükselebilirsiniz. Hele ki futbol gibi başarı ve sonuç endeksli bir oyunda bunu daha da keskin şekilde yapmanız gerekiyor.

Tarihinde hiçbir başarısı olmayan Türk Milli Takımı’nı Avrupa Şampiyonası’na götürüp 0 puanla dönünce yerden yere vurulan Terim idi. Aynı Terim 1998 Dünya Kupası sonrası tüm dünya gibi takımını liberolu sistemden 4’lü çizgi defansa dönüştürürken “Galatasaray ofsayt taktiği yapıyor” diyenlerle de mücadele etti. Belki çaresizlikten belki Galatasaray sevgisinden; ikinci kez döndüğünde düşük bütçeler ve çarpık bir yönetim anlayışı ile karşılaştığında yine eleştiri okları ona yöneldi. Zaten başarısız olduğunuzda söyleyecek sözünüz pek olmaz bizim buralarda.

Ne zaman başı belaya girse Milli Takım ve Galatasaray onu çağırıyordu. Çünkü kimse “Neden Fatih Terim’i getirdin?” diyemezdi. Hem eleştiriliyor hem de “o olmazsa kim?” sorusunun cevabı verilemiyordu. İşin ilginci o da kabul ediyordu bu teklifleri. “Ne haliniz varsa görün” demek işine gelmiyordu ya da bunu diyemeyecek kadar duygusaldı.

Kamuoyundaki bir başka yanılgı da Terim’in teknik özelliklerinden çok diğer özelliklerinin kendisini başarıya götürdüğü yolunda. Terim’in motivasyonel ve duygusal bir hoca olduğu doğrudur ama bu, futbol bilgisinin vasat olduğu şeklinde yorumlanamaz. Hem Galatasaray’da hem de milli takımda oyun sistemleri üzerindeki radikal değişiklikler ve oyuncu rotasyonları çoğu teknik adamın altından kalkamayacağı hamlelerdir.

Her yıl sözleşme yenileneceği anlaşmasıyla 3. Terim dönemi başlamıştı. Ancak Milli Takım’ı çalıştırması Aysal yönetimini kaygılandırdı ve uzun süreli anlaşma kabul edilmeyince ipler koparıldı. Bu kadar basit bir şekilde gerçekleşen ayrılık ne kendisi ne de Galatasaray açısından pozitif sonuç vermeyecektir. Bu operasyon sonucu kimsenin konumu yükselmemiştir.

Bizim buralar böyledir… İnsan kolay harcanır, ihtiyaç olunca da hatırlanır…

19 Eylül 2013 Perşembe

Ada'nın yerlisi Basel



Şampiyonlar Ligi'nin ilk haftasında ilk sürpriz gerçekleşti. Basel, Stamford Bridge'de Chelsea'yi 2-1 mağlup etti.

Dün iddaa oynarken "Gene yaparlar mı?" diye içimden geçirmiştim ama oynamak yememişti. Doğrusu Basel'in Chelsea'yi yenmesi beni şaşırtmadı. 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligi grubundan Manchester United'ı UEFA Avrupa Ligi'ne gönderen takım Basel'di. İngiltere'de 3-3 berabere kalıp, İsviçre'de 2-1'lik galibiyet alınca Kırmızı Şeytanlar büyük şok yaşamıştı.

Geçen sene de UEFA Avrupa Ligi'nin çeyrek finalinde 2-2 biten maçların sonunda Tottenham Hotspur'u penaltılarla elemişlerdi. Her ne kadar yarı finalde Chelsea'ye karşı iki maçı da kaybetseler de her sene bir ada takımına şok yaşatmayı alışkanlık haline getirmiş durumdalar. Bu sene de Chelsea ile açılışı yaptılar. Sanki İngiltere onlar için her sene maç yapmak istedikleri bir mekana dönmüş durumda.

Murat Yakın Basel'de çok büyük işler yapıyor. Bu kadar erken sürpriz sonuç aldıkları için gözler erken bir dönemde üstlerinde olacak.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Şampiyonlar Ligi'nde nasıl altı gol yenir?


Dün Türk Telekom Arena’da Galatasaray'ın Real Madrid’e 6-1 mağlup oluşu esnasında sahada iki takımında oynadığı oyun ders niteliğindeydi. Yalnız en başında şunu da söyleyelim bu maçın hakkı asla bu skor değildi.

Öncelikle Galataray’ın geçen sene Şampiyonlar Ligi’nde aynı sahada 3-2 yendiği rakibinden nasıl altı gol yediğini irdeliğelim. Bana sorarsanız sahaya çıkan kadro hatalıydı. Hiç bir resmi maçta beraber oynamamış Dany - Chedjou ikilisini Real Madrid gibi bir takibe karşı ilk 11 çıkarmak hatalıydı. Ancelotti maç eksikliği bulunan Bale’yi kenarda oturturken Fatih Terim Riera’yı da kardoya almıştı. İyi oynadı, kötü oynadıdan öte defansta bu kadar riske girmek ne kadar doğru? Bunlardan öte Fatih Terim gibi çok iyi bir motivasyoncu teknik direktörün takımının ikinci golden sonra dağılmasına anlam veremedi kimse. İlk iki bireysel hatadan gelen gol moralleri bozmuş olabilir de sonradan gelen gollerin hiç bir savunması olamaz. Zaten geri kalan dört golde altı pastan atıldı. Bale’nin ortaladığı ve Muslera’dan dönen topu Ronaldo’nun tamamladığı golde orta yapılırken topun gittiği yerde dört tane boş Real Madridli oyuncu vardı. Bu görüntü bile durumu çok net anlatıyor.

Bu durumdaki Galatasaray’a karşı ise Ream Madrid skor 6-1 iken 90+2’de hala pres yapıp gol arıyordu. Sahada aradaki mantelite farkı bu boyutta olunca fark da kaçınılmaz oluyor. İkinci golden sonra dağılan rakibinin üzerine gitmek de kolay oldu. Galatasaray kadro olarak Türkiye’de açık ara en iyi yıldızlara sahip olabilir ama sahada hepsi gezinince bu pek bir işe yaramıyor. Yıldız oyuncuların takımda ağırlığını göstermesi gerekiyor. Sadece top gelince oynarım mantığı ile bu işlerin yürümediğini tüm taraftarlar görmüş oldu.

Bir de Burak Yılmaz’ın ıslıklanma olayı var. Daha iki hafta önce gitmesi gündemde olan bir oyuncunun kafaca oynamaya hazır olmadığını uzun zamandır görüyoruz. O yüzden taraftarında sabır göstermesi gerekiyor. Sonuçta skorun tek suçlusu da o değil...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Kartallar Yüksekten Uçar


83 yılında yayınlanmaya başlayan ve çoğu kesim tarafından gelmiş geçmiş en iyi Türk dizisi olarak kabul edilen Kartallar Yüksekten Uçar, bu ülkede malesef vermek istediği sosyo-ekonomik ve kültürel mesajlardan çok spor medyasının işine yaramıştı. 80'ler ve 90'ların başında sportif olarak rüzgarı arkasına alan ve "ötekilerin takımı" ünvanını da darbe sonrası başarıyla taşıyan Kara Kartallar, sonunda yüksekten uçmaya ve bir döneme adını kazımayı başlamıştı. Lakin endüstriyelleşme ile Beşiktaş'ın düşüşü, Fatma Girik'in dövdüğü kartalla benzerlik göstermeye başlar. Seba'nın endüstriyel düzene ayak uyduramaması, Bilgili'nin çok çabuk pes etmesi ve Demirören'in takımı endüstriyelleşme adıyla yok etmesi yüzünden Kartal artık uçamıyordu. Gerçi hak geçmesin, sadece bir kez çok yukarıdaydık onda da 2008 yılında aşağıya Liverpool var diye yükselmek zorunda kalmıştık.

Beşiktaş taraftarı Fikret Orman ile yeni bir sayfa açmaya hazırdı. Zaten FB-GS taraftarının aksine popülerlikten değil, gerçekten kendinden bir şeyler bulduğu için takımı destekleyen bu taraftar, 20 yılda neredeyse hiç gün yüzü görmemişti. Görmeye yakım olduğu tek dönem olan 100. Yıl'da medya ve FB-GS lobisiyle son bulduğundan tutunacak dal aranıyordu. Fikret Orman'ın girişi tartışmalı olsa da ağır ağır pişen bir yemek gibi sancılı sürecin ardından takım, mükemmel bir lezzete ulaşacakmış gibi gözüküyor.

Dün akşam deplasmanda oynanan Bursaspor maçıyla takım kafalardaki soru işaretlerinden birini daha silmiş oldu. Lig başlangıcındaki üç maçta üç galibiyet ve Avrupa kupasında Tromso karşısında her ne kadar haksızca listeden silinmiş olsakta alınan tur başarısı takımı fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Ama görece zayıf ve hazırlıksız takımlarla yapılan bu karşılaşmalar, takımın gerçekten "her yönüyle büyük takım" ile oynayınca nelerle karşılaşıcağına ait mesajlar içermiyordu.

Trabzon aslında üstte bahsettiğim büyük takım imajına uyan bir yapıya sahip olsa da sezonun ilk maçına inanılmaz hazırlıksız bir şekilde girmişlerdi. Sezonu erken açmasına rağmen hem yeni hoca hemde yönetim sorunları o gün olduğundan daha büyük bir şekilde bugün süregeliyor. Erciyes maçı ise harika bir teknik direktör yönetiminde birbiriyle oynamaya alışkın olmayan 11 oyuncudan başka bir izlenim yaratmamıştı. 4-5 hafta sonra belki ligin en tehlikeli takımlarından biri olacaklardı. Hatta halen öyleler, nitekim Bilic'in nokta atışı korkusuzca hamleleri olmasaydı maç öyle muazzam bir şekilde bitmezdi. Tromso maçlarında mutlak hakimiyet fakat 1 şanssız yenilgi, yanında harika bir galibiyet ve tabii ki bir önceki maçımız Antep... Antep'te rakibe göre kurulmuş bir 11, eksikleri olmasına rağmen oyunu domine etti ve kolay bir galibiyet aldı.


Peki sorunlar neydi? Takımın her maç son 15 dakikaya girildiğinde fiziken çökmesi ve panik yapmaya başlaması kalesinde birçok sayıda atak görmesine sebep oluyordu. Bunun aslında temelde iki sebebi vardı. Biri orta sahadaki oyuncuların fiziken düşmesi sonucu orta saha direncinin kırılması ve buna bağlı olarak baskı yenildiğinde topu kenarlardan dikine oynayarak çıkartabilecek oyuncuların eksik oluşuydu.

Geçen yıl takım çok fazla baskı yediğinde Hilbert gerek sağdan, gerekse ortadan topu ileriye doğru dribbling ederek taşır ve savunmayı rahatlatırdı. Kaptırdığı çok oldu, o zaman sorunda yaratırdı ama bunları saymazsak bile en kötü ciddi bir pas yolu alternatifi oluştururdu. Onun gidişiyle yerine gelen Serdar Kurtuluş harika bir defansif katkı sağlıyor olsa bile topla yol kat ettiğinde adeta bir Servet Çetin imajı çiziyor. Her ne kadar modern sağ bek bindirmelerini de başarıyla gerçekleştiriyor olsa da aranılan kan değildi. Üst sınıf takımlara baktığımızda her iki bekinde Hilbert vari (tabii ki çok daha teknik olanları) oyunculardan seçildiğini görüyoruz. Örneğin Mou, harika bir sağ bek performansı gösteriyor olmasına rağmen Ramos'tan bu yüzden vazgeçmiş ve Arbeloa'yı oraya monte etmişti. Solda Coentrao-Marcelo ikilisiyle birlikte yenilen baskılarda oyunun farklı bir kanata yöneltilmesiyle mükemmel bir kontra organizasyona takımca girişilebiliyordu. Yine aklımdaki güzel örneklerden biri Jose Enrique - Glen Johnson ikilisi olabilir.

Beşiktaş'ın temel sorunu da zaten buradaydı. Sağdan çıkamayacağın belli oldu.Soldan çık o zaman derdik ama sol bek eksikliğinde oraya monte edilen Ersan'da Serdar Kurtuluş'tan farklı bir hücum performansı ortaya koyamadı, hatta ona yaklaşamadı. Elazığspor ve Manisaspor dönemlerinde sık sık sol bek oynamış ve mevkiiyi de biliyor olmasına rağmen o döneme göre değişen fiziği, ayrıca yıllardır oraya uğramamış olması onda büyük bir handikap yaratıyordu. Beşiktaş'ın tek oyun kurma yetisine sahip stoperi Escude'de zaten 1 yıl oynamamanın verdiği hantallığı üstüne atmaya çalışırken tek başına yükü kaldıramıyordu. İş yine en geriye kadar gelen Oğuzhan-Fernandes hatta her yerde kademeye girmesi ve ardından gecede taksiye çıkmasıyla ünlenen Atiba'ya kalıyordu. Takım, baskı yediğinde istemediği halde geriye itilmek zorunda kalıyordu. Çözüm çok basitti, ve Önder Özen bu çözümü Brezilya'dan buldu: Ramon Motta

"20 top kazanma, 41 kez pas opsiyonu olma, hepsinde topla buluşma ve 46/48 isabetle takımdaki en iyi pas isabetine sahip olma"

Büttner, Holebas gibi oyuncuların ismi sol bek için anılırken birçok kendine mükemmel scout ve analizci diyen isim tarafından alınmazsa Beşiktaş bu sene de her şeyi kaybeder, bu zihniyetle olmazcılara inat Önder Özen Brezilya'dan Ramon Motta'yı takıma katar. Büttner transferinin çıkmaza girmesiyle herkes B planı olarak Holebas'ı görürken getirilen Ramon Motta, aslında bir dönemler Brezilya'da wonderkid olarak görülmesine rağmen çıkışını o yönde gerçekleştirememiş bir isimdi. Geldiği gibi ilk hazırlık maçında sol açık olarak denenen ve İsmail'le birlikte de iyi bir uyum sağlayan Motta, hemen ardından ilk resmi maçına Beşiktaş için sezonun ilk önemli sınavında çıkar.


Üstte paylaştığım oyuncu istatistikleri Ramon Motta'nın Bursaspor maçındaki performansını göstermektedir. Ayrıca Motta, yine 2-3 paragraf önce yazdığım o aranılan adam performansını da ilk ciddi sınavında ortaya koymuş bir isimdir. Beşiktaş savunması için her şeyden önce sol tarafta bir pas opsiyonu olan Motta, topa hakimiyeti ve üst düzey tekniği ile o kanatta inanılmaz bir performans gösterdi.

"Bek aldın mı Brezilya'dan alacaksın." düşüncesini kanıtlar nitelikte bir performans gösteren Motta, arkayı düşünmesine gerek kalmayan ve Milli Takım'da motive olan Olcay'ın da performansını otomatik olarak yükseltmeyi başardı. Üstüne üstlük Bilic ve Önder Özen'in mükemmel analiz yeteneklerinin konuştuğunu ve bu kanattan Bursaspor'un yıkıldığını söylersek abartmış olmayız. Ama orası biraz sonra...
Beşiktaş'ta bir önemli korku ise bu sezonun belki de takımdaki en önemli ismi olan Veli Kavlak'tı. Bir dönem Sabri, Selçuk Şahin kademesinde dalgalara konu olan bu isim Türkiye'ye sol açık olarak getirilmesinin ardından sürekli kademe kademe geri çekilmiş ve sonunda defansif orta saha olarak kendini bulmuştu. Yaptığı kusursuz topsuz alan savunmasının yanında ciğersizce yaptığı bitmek bilmeyen pres sayesinde adeta önündeki isimlerin daha az yorulmasına ve hücuma güvenle çıkmasına sebep oluyordu. Lakin sakatlık onu bu maç takımdan ayıracaktı. Çözümü basit oldu. Daha çok koşan takım!

Geçen yıl "Ernst 2 milyon dolara koşuyor, Hasan Türk 2 bin liraya. O zaman Hasan koşacak." gibi sığ ve dangalakça mantığa sahip olan Samet Aybaba'nın yanı sıra Bilic, gerçekten koşan bir takım yaratmayı başarma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu maçta onun en güzel ispatlarından biriydi. Beşiktaşlı oyuncular dün oynanan maçta 116.7km koşarak Türkiye liglerindeki en yüksek koşu mesafesine ulaştı ve bir rekor kırdı. Beşiktaş koştu, ama boş koşmadı. 


Veli'nin yokluğunda Atiba - Fernandes - Oğuzhan üçlüsü gibi defansif sertlikten yoksun, kırılgan bir orta saha tercihiyle maça başlayan Beşiktaş, yine Veli'nin yokluğunu alan ve takım presiyle ileride basarak en iyi şekilde kapatmaya çalıştı. Bursa orta sahasında Beluschi'nin olmayışı biraz ekmeğimize bal sürmüş ve Batalla'yı da etkisiz bırakmış olsa da Beşiktaş, yaptığı 90 dakikalık pres ile Bursaspor'un oyun kurmasını engellemiş ve hemen hemen kalesinde ciddi pozisyonlar bile görmemişti.

Takım, gerçek bir takım olmayı başarmış gibi gözüküyorken kenardan gelen Necip'in bile 25 dakika da hatasız bir oyunla koştuğu 3 km taraftara umut veriyordu. Tek bir transfer hamlesi ile takım Bilic'in hayallerine bir adım daha yaklaşırken deplasmandaki en zor sınavlarından birinden harika bir skorla ayrılıyordu.

"Başbakan Önder Özen, Çare Bilic"


Bilic'in yaratmaya çalıştığı top kendinde değilken önde basarak rakibin oyun kurmasını olabildiğince engellemeye çalışan ve topu aldığında da meşin yuvarlağa olabildiğince fazla sahip olarak, gerekirse en geriden oyun kurarak her kanaldan rakip savunmayı delmeye çalışan takım profili dün tam anlamıyla Bursaspor karşısında kendini gösterdi. Geçen yıl Samet Aybaba'nın şansa üçüncü yaptığı takımdaki başı kesik tavuk gibi hücuma kalkma profilini geride bırakan Beşiktaş'ta övgüleri en az Bilic kadar Önder Özen'de hak ediyor.

Bilic, modern futbola hakim ve hücum futbolunun gereklerini de çok iyi bilen bir hoca olmasının yanında kendisini de ülkenin içinden geçtiği böyle bir dönemde taraftarlara sevdirmeyi başardı. Hayat tarzı, imajı ve arkasındaki destek ile sahada da öz güveniyle oyunu en iyi şekilde okuyan ve hiç korkmayan Bilic, şüphesiz en büyük desteği Önder Özen'den alıyor. Önder Özen, iyi bir futbol direktörü ve scout olmasının yanında unutulmaması gerekiyor ki harika bir analiz uzmanıdır.

Zico döneminde harika performanslar ortaya koyan Fenerbahçe'nin analisti Önder Özen'den başkası değildi. Her rakibi en iyi şekilde inceleyen ve durumları Zico'ya raporlayan Özen, Fener'in başarısının arkasındaki en önemli isimlerden biriydi. Bu huyu burada da devam ediyor olsa gerek ki Bilic'le birlikte şimdiye kadar oynanan her maçta "rakibe göre" davranarak başarıdan başarıya uçmaya başladılar. Bu maçta ise şüphesiz Beşiktaş'ın sürekli Bursaspor'un sağ kanadından saldırıyor olmasında onun parmağı vardır diyebiliriz.


Geleceğin en iyi Türk sağ beki olarak gösterilen ve geçen yıl Samet Aybaba'nın adam olmaz diye takıma aldırmadığı Şener, her ne kadar iyi hücum performansları gösterse de yoğun baskı altında defansif olarak çoğu zaman büyük hatalara imza atabiliyor. Bu maçta yer yer Fernandes'in o kanada kayması ve oyunu oradan kurması, Oğuzhan'ın da düzenli olarak oraya kaykılarak oynamasının yanı sıra arkadan gelen Motta'nın sürekli ileriye çıkarak verdiği desteğiyle de çoşan Olcay'ın o kanatta Şener'e hayatının en acı anlarından birini yaşatmış olması sadece ve sadece teknik analizler sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdu. Öyle ki Daum bu baskıyı kırmak için Kazım'ı oyuna almak zorunda kaldı ve istemeden orta sahadaki takım direncini kırmak zorunda kaldı. Bu dakikadan sonra Beşiktaş için işler daha da kolay oldu nitekim Beluschi yokluğunda Bursaspor orta sahası topu ayağında iyice tutamamaya başladı. Bu taktik hamleler Bursaspor'u karmaşaya sürükledi ve cezalar hemen kesildi. Sonuç belli, sıradaki gelsin.

Önder Özen'ın harika takım mühendisliğinin yanında Bilic'in üstün yönetim becerileri ilk etapta başarılı olmuş gibi gözüküyor. Avrupa'da olmadığı bir sezonda çok az yüksek ciddiyetli maça çıkacak olan Beşiktaş, FB ve GS deplasmanları kadar büyük öneme sahip Bursa'dan 3 puanı hatasız bir oyun ile çıkarmayı başardı. Üstüne üstlük geçmişte oynadığı 6 resmi maçta 4 gol yemiş olmasına rağmen bu gollerin hiçbirini de organize bir atak sonucunda yemedi. (2 hatalı penaltı, 2 stoper hatasıyla kaleciyle karşı karşıya kalma) Bir diğer önemli sınav ise tabii ki gelecek hafta, Bilic 2. haftadan beri özellikle bu maça hazırlanıyor. Gerek yerinde gerekse de Nevizade de GS'li taraftarlarla rakibini analiz etmeye çalışan Bilic ve tabii ki Önder Özen, şimdiye kadar yaptıkları doğru hamleleri devam ettirip Galatasaray'dan da 3 puan çıkartmayı başaracaklar mı?

O değilde, Sadri Alışık'ın Banazlı Ali performansı ne kadar üst düzeymiş...



11 Eylül 2013 Çarşamba

Fatih Terim, Sempati-Antipati ve Milli Takım



Doğrudan konuya gireceğim. Milli Takım olgusuna yaklaşık 4-5 senedir uzaktım. Milli Takım'ın maçı olduğunda genelde ya maç günü ya da maç bittikten sonra twitter'dan falan öğreniyordum. Bu durum aslında sadece benim değil, birçok futbolseverin yaşadığı bir durumdu. Milli Takım'ın, insanların gözünde bu hale gelmesinin sebebi -bana kalırsa- seçilen futbolcuların çoğuna karşı kamuoyundaki antipati duygusuydu. Özellikle Emre Belözoğlu, Volkan Demirel, Hamit Altıntop gibi futbolcuların kamuoyunda yarattıkları olumsuz izlenim seçilen yanlış teknik direktörlerle daha da bir pekişti. Futbolculara olan antipatiye bir de teknik adamlara karşı antipati (sağ ayaklı diye Selçuk İnan'ı oynatmayan Abdullah Avcı) eklenince milli takım olgusu insanların gözünde önemini yitirdi. 

Peki ya Fatih Terim?

Fatih Terim çok mu sempati duyulan bir insan? Galatasaray taraftarının çoğu adeta kendisine tapsa da, yaptığı yanlışların dile getirilmesini hazmedemediği için büyük bir kısım Galatasaraylı tarafından da antipatik bulunuyor Fatih Terim. Diğer takım taraftarlarını saymıyorum bile. Peki neden herkes -geyik muhabbeti de olsa- bugünlerde kötü giden her şeyin başına Fatih Terim getirilmeli diyor? Fatih Terim bu tür zor görevlerin altından hep başarıyla kalktığı için mi? Fatih Terim'in dünya çapında bir hoca olduğunu tartışmak istemiyorum, yaptığı işler ortada ve bu konuda bir problemimiz yok. Amaaaa...

Ben yine milli takıma dönüp konuyu futbolculara getireceğim. Fatih Terim çok iyi bir teknik direktör olabilir. Lakin Fatih Terim'i övmeyi kenara bırakıp, futbolcuları eleştirmek lazım. Milli Takım 2-3 yıldır zaten aşağı yukarı bu adamlarla oynuyor. Türk futbolcusunun olayı bu, hoca seçmek. Sevmediği, kendisinden olmayan bir hocanın gelip de Türk futbolcusuna kendisini sevdirmesi çok zor. Bizim futbolcularımızda profesyonel etik yok, sevmediği adamın takımında elinden geleni yapmıyorlar. Ayrıca, Milli Takım futbolcuları da her fırsatta "milli dava, milli forma, ay-yıldız" muhabbeti yaparak yüzümüze yüzümüze yalanları sıralıyorlar. Başında hangi hoca olursa olsun, azıcık milli duygun varsa çıkar savaşırsın. Bugüne kadar son 2 maç hariç DK elemelerinde bir maçta bile ruh göremedik sahada. Futbolcuları antipatikleştiren bu sahtekarlıkları ve ikiyüzlülükleri. Fatih Terim'den önce neredeydi sizin milli ruhunuz? Neredeydi ay yıldız sevdanız? Bizim futbolcuların tek sevdası Fatih Terim'e karşı sanırım...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Büyük maç tecrübesi...


Bu başlık biraz klişe, katılıyorum. Bununla birlikte bu hafta bir gün arayla iki maçta da buna şahit olduk. Önce UEFA Süper Kupa finali, sonra da Kuzey Londra derbisi.

UEFA Süper Kupa finali bizi uzun süre tok tutacaktır. Gerçekten muazzam bir maç oldu. Hoş, klasik Guardiola - Mourinho maçı da diyebiliriz. Topla bolca oynayan bir Bayern Münih ile az ve öz oynayan Chelsea. Maçta ön plana Chelsea kalecisi Cech çıkıyor normal olarak. Maçın büyük bir bölümü tek kale oynandığı için ona da çok iş düştü.

Bu maçta en önemli nokta 120. dk'da 2-1 geride olan Bayern Münih'in ataklarında hala soğukkanlı olmalarıydı. Zaten başka türlü golü de bulamazlardı. Bana sorarsanız çok saçma bir şey denediler ama bir şekilde gol oldu. Ceza sahasında sadece Mandžukić varken ve onu da Terry, Cahill ve David Luiz savunurken ona orta yapmak adamı üzer, üzdü de derken topun sekmesi ve Martinez'in golü... Sabrın sonu selamet bu olsa gerek. Bunlardan öte penaltılar da büyük maç ve an tecrübesi ortaya çıktı. Ben Mourinho gibi birinden son penaltıyı Lukaku'ya kullandırmasını hiç beklemezdim. Daha penaltıya gelirken belliydi kaçıracağı. Dokuz kusursuz penaltıdan sonra böyle bir fecaat ancak o oyuncunun anı kaldıramamasıdır. Tek teselli anı maçtan sonra bütün oyuncuların sırayla Lukaku'yu teselli etmesiydi.

Dün de penaltısız fakat oyunla buna benzer bir maç yaşandı. Kuzey Londra derbisinde (ki bence Londra derbisidir, "kuzey" fazlalıkmış gibi geliyor) Arsenal, Tottenham Hotspur'u 1-0 yendi. Arsenal transfer yapmadı, kötü oynuyor vs gibi şeyler döndü dolaştı filan da takım o kadar birbirine alışkın ve tecrübeli ki bir şekilde işin içinden başarıyla çıkıyorlar. Tam tersi ise Spurs için geçerli idi. Topa sahip olup, pozisyona girememe ve defansın arasında eriyip giden Soldado'ya yüksek top atma merakı. Üstüne de son dakikalardaki bencillik ve heyecandan ayakların birbirine dolaşması. Boas'ın hali de bunun kanıtı gibiydi. Şansızlığı derbinin ligin başına denk gelmesi.

Türkiye'de Fenerbahçe uzun bir süre büyük maç takımı oldu. Bu sene nedense pek bundan ümitli değilim. Artık Ersun Yanal'dan mı, yoksa düşen performanslarından mı, yoksa gelen oyunculardan mı, yoksa hepsinden mi onu maçlardan sonra anlayacağız.