2 Aralık 2014 Salı

NBA: Bir Ayın Ardından... (Part 1)

Her ne kadar başlığımızda bir aylık zaman dilimini ele aldıysak gerek tembellik, gerek iş güç yüzünden yazının paylaşılması, gerekli güncellemeler yapıldıktan sonra bir ay, bir haftayı buldu. Uzun zamandır bloga yazı yazmayan ben için bayağı zor oldu ama kısa kısa toparlamaya çalıştım, en kısa haliyle giriş kısmını bitirmeye çalışıp, NBA de bir ay, bir hafta içinde takımlar adına neler oldu değerlendirelim dedim. 


Başlamadan önce kısaca da belirtmem gerekiyor ki bütün maçları izleme şansım olmadığı gibi bütün takımları da izleme fırsatım olamadı. Hemen hemen her takımın en az birer maçını izlemeyi başardım fakat bazı takımlara karşı halen pek sıcak olamadığım için zaman ayırmak istemedim. Örneğin bu sezon sadece bir iki kez Atlanta ve Charlotte maçı izlemişken hemen hemen Denver, Utah, New York'un bütün maçlarını izledim. Yorum kısımlarında bunları belirteceğim, neyse yine uzun tuttuk girişi hemen başlayalım. Takım sıralamasında alfabetik olarak girişimizi yapalım ve kısa kısa NBA'in ilk ayından bahsedelim.

Atlanta Hawks

Girişte de belirttiğim üzere ligin en az izlediğim takımlarından biri Atlanta Hawks ve gördüğüm kadarıyla da genelde de en az takip edilen takımların başında geliyor. Yıllardır sıkıcı basketbol konusunda adeta bir marka haline gelen Hawks, Teague ve Horford'un yükselişi ve Millsap'ın alınmasından sonra değişecek gibi gözüküyordu ama malesef halen aynı yörünge de seyrediyorlar. Sıkıcı, doğrusu durağan basketbol istikrarsızlığı yanında getiriyor ve geçen özellikle Horford'un sezonu kapatmasıyla çok büyük sıkıntılar çekmişlerdi. 

Bu sezon yola yine Horford'un dizlerinde kumara girdiler. Teague ve Millsap ile üçgeni tamamlayan Hawks, Korver ve DeMarre gibi gerçek iki profesyonelle de ilk beşini tamamladı. İlk beşin yanına destekleyici olarak ligin bana kalırsa en iyi kısa savunmacısı Sefolosha'nın gelmesiyle birlikte Antic, Scott, Schroder bulunuyor. Her ne kadar kağıt üstünde iyi gözükseler de kadro darlığı olası sakatlıklarda ve yoğun fikstürde her şekilde ortaya çıkacaktır. Zaten temel sorun ise takımın bel kemiği olarak gördüğümüz Horford ve Teague'in potansiyel nükleer bomba olması diyebiliriz.

Horford'un hava girmesi ve performansının normal dönmesiyle takım şuan yükselişte olsa da dizlerinin ne zaman su kaynatacağı hiç belli değil. Ligin asist liderlerinden biri olmasına rağmen top kontrolü ve karar verme mekanizmasında sürekli sorun yaşayan Teague'in beyninin de nerede error vereceği hiç belli olmuyor. Bu sezon az izlemiş olsam da geçen yıl Teague'in fantasy takımlarımda yer almasından ötürü fazlaca izlemiş biri olarak rahatlıkla bunu iddia edebilirim ki bu sezon da izlediğim maçlarda benzerdi. Çıkıp 30 sayı, 10 asist yapabilecek potansiyeli de var ama 7 top kaybı, 5/18 isabet ile 12 sayı, 2 asist ile de kalabilecek potansiyele sahip ki bu sezon Game Log'undan benzeri olduğunu da görebilirsiniz. 

Millsap'ın çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen takım taşıyacak bir kimliğinin olmaması ve Korver-DeMarre ikilisinin de standart yan parça olmaktan öteye gidemeyecek olması da Atlanta'nın en büyük sorunları ki bu sezon Sefolosha ve kısmen Schroder dışında kenardan da iyi katkı alamıyorlar.

Doğu da Horford - Teague - Millsap üçlüsü sağlıklı kaldığı sürece Atlanta her şekilde playoff yapacak gibi gözüküyor ama gerisinin geleceğini pek düşünmüyorum. 


Boston Celtics 

Bu sezon yine bolca izlediğim takımlardan biri Celtics, zevk veren bir basketbol oynuyorlar ama daha fazlası yok. Öncelikle belirtmem gerek ki bu takımdan zaten daha fazlasını da beklememek gerekiyor. 

Takımın yıldız oyuncusu konumunda ligin en istikrarsız ve topa küsen adamlarından biri olan Rondo'nun olduğu bir takım zaten gününü yaşamaktan da öteye gidemez. Yine de yapı taşları böylesine dengesiz olan bir takımın bu kadar iyi basketbol oynuyor olmasını da ayakta alkışlamak gerekiyor. Bunun temel sebebi ise çok belli: Brad Stevens.

Çaylak sezonunu geride bırakan koç ikinci senesinde kendisi gibi aç bir takımı en iyi şekilde idare ediyor. Henüz bunu konuşmak için erken ama açık ara NBA'in en kariyerli ve iyi koçlarından biri olmaya aday gözüküyor. Kolej alt liginde keşfedildiği ufak ötesi Butler'a hayal edilemeyecek kadar büyük başarıla yaşatan Stevens zaten bu ışığı o günlerden veriyordu ama NBA'e kısa sürede adapte olmasıyla insanları daha da heyecanlandırmayı başardı.

Ainge gibi harika bir GM ile çalışma şansını da yakalayan Stevens için gelecek ne gösterir bilinmez ama şuan ki takım ile bir geleceğinin olmadığı, en azından şuankinden farklı olmadığı da net bir şekilde gözüküyor.

Kontrat sezonundaki Rondo'nun buna rağmen istikrarsız ve oyuna küsen kafaya yapısının yanında takımın skor yükünü çekmesi beklenen Jeff Green'in bekleneni bir türlü veremeyişi de can sıkıcı hal almaya başlıyor. Zaten kendisinden altıncı adam skorerliği dışında bir şey bekleyecek ender yapılardan biri de şuan ki Boston gibi takımlar olabilirdi. 

Brad Stevens bu kadar sorunlu parçası olan bir takımdan kendi gibi başarıya aç, hedefi olan oyuncuları da çıkarmayı harika başardı. Henüz 38 yaşında olmasına ve üst düzey tecrübesi olmamasına rağmen sadece geçen yılla bile kıyaslandığında Sullinger, Olynyk ve Bass'ın bir-iki seviye değil, on seviye birden atlamasına yol açtı. Özellikle Sullinger bambaşka bir boyuta çıktı ve bu hızla ilerlemeye devam ederse ligin mevkiisindeki ve görevindeki en değişilmez isimlerinden biri haline gelebilir. 

Celtics'ın All-Star arasında ve sezon sonunda ne yapacağını çok merak ediyoruz ama Rondo'ya kontrat vermeyip geçen seneki tanking ve bu seneki detoks hamlesini iyi değerlendirmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Zaten Smart henüz o ışığı tam veremese de bu lig standartlarında üst düzey bir PG olma potansiyeline sahip gözüküyor ve Brad Stevens'ın ellerinde de olabilir gibi gözüküyor. Yatırımı onun üzerine kurup belki üst düzey bir 2-3 hamlesi ile takım artık beklenen yükselişe de erkenden geçebilir. 


Brooklyn Nets

Benim gözümde ligin hayal kırıklığı takımlarından biri de malesef Nets diyebilirim. Aslında ne umduk ki niye hayal kırıklığı oldu dememiz de gerek nitekim zaten hedefsiz olarak görülüyordu. Nets adına harika diyebileceğimiz sadece iki şey gerçekleşti o da Deron'un sanıyorum Beşiktaş'tan beri en iyi oyununu oynuyor olması ve Bogdanovic'in çaylaklık falan dinlemeyip üst düzey performans veriyor olması. Gerçi hakkını yemeyelim Garnett'te Nets'e geldiğinden beri en verimli dönemini geçiriyor olabilir ki onun katkısı olmasa özellikle pota altı yükü taşınamayacak.

Lopez ve JoJo ise beklentilerin, hatta potansiyellerinin çok altında sezon açılışı yaptılar. Gerçi Lopez'in artık kendisini bile kahreden injury prone durumundan ötürü pek ağır eleştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim halen kendisine gelememiş gözükse de maçlarda elinden geleni yapıyor olması zaten apayrı bir ayakta alkışlama durumunu beraberinde getiriyor. Umarım ve inşallah gerçekleşmez ama dizlerinin ne zaman patlayacağı belli olmayan bir oyuncu için zaten yarını yokmuş gibi oynamak, kontratının hakkını vermek bambaşka bir karakter meselesi ve bu harika duruşu Lopez yıllardır gösteriyor. 

JoJo ise yıllardır zaten düşüşte ve Nets'in onun için tekrar zirveye göz kırpmak için harika bir araç olduğu düşünülüyordu. Malesef olduğu yerde kalıyor ve orta sınıf skorer olarak takıma katkı sağlamaya devam ediyor. Biraz daha iyi olacaktır çünkü hem geçen yılların aksine Pierce'ın olmayışı ve Deron'un da elbet yavaş yavaş soğumaya başlayacak olması onu daha da ön plana itecektir ve kendisi de biraz daha kotayı yükseltecektir. Ama şu haliyle malesef sıradan bir oyuncudan öteye gidemiyor. 

Kidd ile harika bir ahenk yaşamayı başarmıştı takım ama Lionel Hollins ile halen bir sistem oturtulmuş gibi gözükmüyor. Bir şeyler deneniyor ama arayış halen bitmemiş ki inşaa aşamasına geçilmiş. Yine de Doğu'nun basitliğinden yararlanıp play-off yapabilirler gibime geliyor. Gerçi kadrosundaki yıldızlardan ikisi injury prone iken zirveyi hedeflemek çok büyük risk olsa gerek.


Charlotte Hornets

Geçen yılın Doğu'da en beklenmedik takımı bu sezon resmen kafasına sıktı ve büyük sıkıntılarla uğraşıyor. Geçen yıl kadrosundaki hemen herkesten yüksek verim alarak kendi çapında harika işler başaran Charlotte, bu sene tam tersi olarak istikrarsızlık abideliği yapmaya devam ediyor. Tabii bunun birinci sebebi Lance Stephenson hamlesi diyebiliriz. 

Kafa yapısı yüzünden Indiana da bile büyük eleştiriler alan ve dalga konusu olan Lance Stephenson, Hornets'te de at koşturmaya devam ediyor ve üstünde tam olarak kontrol sağlanabilmiş değil. Zaten Al-Jef, Kemba gibi istikrarsızlık abidelerinin yanında takımın net bir üç - dört pozisyon sıkıntısı doğmuşken bir de Lance ile uğraşıyor olmaları onları bitiriyor.

Charlotte çok izlediğim takımlardan biri değil o yüzden kısa geçeceğim fakat özellikle ligin kilit mevkiisi olarak düşündüğüm üç numarada hiçbir net oyuncunun olmaması onları büyük resimde bayağı zorlayacak hatta bitirecek gibi gözüküyor. MKG sezona iyi başlamış olsa da hem prone oluşu hem de sıfıra yakın şut tehdinin oluşu o mevkiiyi adeta çağ dışı bırakıyor ve takımı da bitiriyor. Zaten 4-14 gibi bir dereceyle ilk ayı bitirdiler ki bu geçen yıla göre takımın ne kadar kötü durumda olduğunu fazlasıyla gösteriyor. Özellikle McRoberts bayağı aranacak gibi duruyor.

Chicago Bulls 

Bu sezon en çok izlediğim takımların başında geliyor. Zaten Doğu'da desteklediğim takımda efsane Bulls'tan başkası değil. Sezon başlangıcında birkaç kaza yaşanmış olsa da görünürde Doğu'nun en iyi takımı olarak onları aday gösterebiliriz ve net olarak bir terslik olmazsa finalde görürler diye düşünüyorum. Biraz taraftar hayali gibi gözükse de zaten deplasmandaki 9-3'lük dereceleri beni destekliyor gibi gözüküyor. Gerçi kendi evlerinde 2-3 gibi bir dereceleri var ama iş kaza derken ondan bahsettik.

Öncelikle bu sezon Bulls adına en önemli olayın Jimmy Butler olduğundan bahsetmemiz gerekiyor. Kontrat sezonundaki Butler her ne kadar dengesiz bir kafa yapısına sahip olsa da adeta hayatının fırsatını kovalıyor gibi gözüküyor. Geçen yıl sadece 13.4 sayı ortalaması ile takım için sıradan bir destekleyici parça olan Butler, bu sezon istatistiklerini geçen yıl aldığı aynı sürede 21.9 sayı, 7.5 rebound, 3.1 asist ve 1.5 top çalma baremine kadar yükseltmeyi başardı. Bunları yaparken de maç başına sadece 1.7 top kaybı yapıyor. Tabii henüz sadece 15 maç geride kaldı ve bu maçların %75'inde Rose yoktu fakat Rose'un bu sezon daha fazla olmayacağını düşünürsek ve Thibodeau'nun sapıkça oyun tarzından ötürü de yine en az 38 dakika oynayacağını hesap edersek bu istatistiklerde pek oynama olmaz gibime geliyor. Düşse düşse en kötü 17-18 sayılara düşer ki bu kadar hırslı oyunla gerçekten zor gibi gözüküyor.

Geçen sezonun kahramanı ve en iyi savunmacısı Noah ise bu sezona biraz durgun girdi. Bu zaten Pau Gasol'un gelmesiyle beklenen bir şeydi ama sakatlığı sonrası yaşadığı ameliyat süreci ve sezona iyi hazırlanamaması, üstüne Thibodeau'nun onu olması gerekenden çok oynatması ile sakatlığının hafiften nüksetmesi vs. sıkıntı yaşamasına yol açtı. Yine de geçen yıla göre sadece bir tık altında performans gösterdiğini söylemek gerek. Sayı olarak tabii uzağında ama artık sayı atmasına gerek yok. Burada da diğer uzunumuz Gasol'den bahsetmek gerekiyor. Gasol yıllardır ilk defa oynamak istiyor ve gerçekten kendini vererek çaba sarf ediyor. Hücumda her ne kadar çok hatalı kararlar verse ve artık cidden bu tempoya göre ağır kalsa da şutör yanı onu ve Bulls ataklarını çok rahatlatıyor. Defansta ise tecrübesiyle fark yaratıyor ve Bulls'un savunma direncini yükseltiyor. Geçen yıllarda orada defans yapmayı sülalesine küfür olarak algılayan Boozer'dan sonra Noah'ta fazlasıyla rahatladı. 

Bulls için gerçekten kötü giden tek şey ise beklenildiği üzere Derrick Rose oldu. Son 2 senedir oyundan uzak kalan ve iki dizini de kaybederek tescilli olmasa da prone durumuna düşen Rose, bu sene de sıkıntıyla başladı. Daha şimdiden 6-7 maç kaçıran Rose sezonun geri kalanında ne yapacak belli olmaz ama eski halinden de pek eser yok gibi gözüküyor. Gerçi fiziksel olarak halen penetreleri ve patlayıcı bitiriciliğini sık sık kullansa da sakatlıklarından ötürü yöneltiği şutuyla da bayağı yüzdeli attığını söyleyebiliriz. Bundan sonra bizim beklediğimiz gibi farklı bir Rose olmayı kabul ederse Paul gibi kariyerini zirvede sürdürebilir fakat bu haliyle pek olmayacak gibi gözüküyor. 

Her halükarda Bulls artık her planını Rose'suzluğu da düşünerek yapmak zorunda kalacak. Aksi halde ona bu kadar bel bağlamak takımın hep üst düzey potansiyelde kalmasına ve ilerleyememesine yol açacak. Son 3 yılda olduğu gibi... 


Cleveland Cavaliers

Cavaliers tam beklentilerimin doğrultusunda ilerliyor ve bu seneyi bay geçecekler gibi gözüküyor. LeBron-Love hamleleri ve hali hazırda takımda bulunan Irving ile zirve hayalleri çabuk kurulsa da rüyadan erken uyanıldı ve gerçek dünyada işlerin o kadar kolay olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Irving-LeBron-Love üçlüsü ve Blatt hamlesi ile sağlam bir takım kurulacağı izlenimi ilk başta yaratılsa da Cavs'ın salary cap sorunu ve eldeki diğer oyuncuların o kadar sağlam olmaması aslında sezon sonunun spoilerini veriyor. Varejao gibi dizleri her an patlamaya müsait baş altı bir uzunun yanında size olarak halen üst seviyeye ulaşamamış tecrübesiz, yetenekleri sınırlı bir dört numara olan Tristan Thompson'ın olması zaten başlı başına bir sorun. Nitekim Love ligin mevkiisinde en kötü savunma yapan oyuncularının başında gelirken tüm takımın dört-beş rotasyonunun bu üçlüden oluşuyor olması zaten Cavs'ı açık ara pota altının en kötü takımlarından biri haline getiriyordu.

Bunun yanında ilk beşin bir diğer oyuncusu Waiters'ın topu paylaşmayı sevmeyen yapısı her ne kadar köreltilmeye çalışılsa da tutmuyor ve kenardan destek verecek akıl sahibi, egosuz tek adam olan Delladenova'nın sakatlığı da takımı çok zor durumda bırakıyor. Koskoca takımda zaten diğer isimleri saymaya gerek yok nitekim katkı olarak zaten sınıfta kalıyorlar. 

LeBron nereye gitse şampiyonluk adayı olarak gösterilir ama Wade-Bosh gibi oyunun iki tarafını da mükemmel oynayan harika winner taşlar yerine Love-Irving gibi winnerlığı ispatlanmamış ve "küçük takımın yıldız oyuncusu" ünvanından başka bir şeyi olmayan adamlarla bu iş zor gibi gözüküyor. Hele ki bu adamların halen süper-star olup olmadığı bile tartışılırken Bosh'un Toronto'dan Miami'ye süper star olarak gelmiş olması bile aslında durumun vahametini açıklıyor.

Blatt'ın işi çok zor ki o da bunun farkında... Sürekli bir arayış içinde ve bu sezonda olabildiğince maç kazanıp, Doğu finalini hedeflemekten başka bir şey yapmayacaklar gibi gözüküyor. Yine de LeBron bu, bitti demeden bitmez. Tabii önce kendisinin de inanması gerekiyor.


Dallas Mavericks

Carlisle yine veteranları topladı ve gençlerle mikserlemeye başladı. Şampiyonluk sezonunun en önemli parçalarından biri takıma geri döndü ve yıllardır aranılan üç numara da bulundu. Oyun kurucu olarak ligin abilerinden Nelson ve istikrarsızlık denince ilk akla gelenlerden Felton da geldi. Kimilerine göre şampiyon şimdiden göz kırptı ama sezona malesef öyle kesin bir başlangıç yapılmadı.

Dallas Mavericks benim NBA'deki takımım, Nowitzki ise basketbola gittiğim dönemlerden kalma idolüm ki bu yüzden Mavericks'e karşı düzgün yorumlarda bulunamayabilirim. Zaten hakkında en çok düşündüğüm ve beklentilerimin olduğu takım, bu yüzden de biraz uzun olacak. Sıkmadan okumanız için bir şeyler yazmaya çalışacağız bakalım :)

Carlisle geçen yıl ki dengesiz takım ile şampiyon Spurs'e bela olmayı başarmıştı ve bir tık daha üst seviyede takım olsalardı eleyebilirlerdi. Bunun farkındaki bu sezon bir şampiyonluğa da gözünü dikti. Aslında ilk planlarda Bosh'un alınması ve ardından üç numaraya Parsons'un eklenmesiyle geri kalan mevkilerin doğaçlama doldurulması planlanmıştı ama Bosh'un gelmemesiyle birlikte ele geçen fırsatlar değerlendirildi ve eski dostlar geri çağrıldı. 

Carmelo'yu elde tutmak için devasa bir kontrat vermek isteyen NYK'nin kadro boşaltacağını duyan Donnie Nelson ve Carlisle bu fırsattan yararlandılar ve eski dost Tyson'ı onlardan istediler. Carlisle'ın isteği üzerine Felton'u da listeye ekleyen Nelson sonunda dört oyuncusunu (Dalembert, Calderon, Larkin, Ellington) elden çıkardı ve bu isimleri takıma kattı.

Felton'un takıma katılacak olması dümenin ona verileceğini düşündürtmüştü. Fakat Pop'tan sonra ligin istikrarsız, dengesiz oyuncularını kampçılayıp yıldıza çevirmeyi en iyi beceren koçu için bile tek başına alınmayacak risk gibi gözüküyordu. Esasen oyun içinde bir çok handikabı olan ama profesyonelliği ve mental olarak takımı taşımasıyla ligde mevkisindeki en iyi adamlardan biri olan Jameer Nelson'la da bu yüzden anlaşıldı. Nelson takımı genel olarak taşıyacak, Felton kenardan gelip tecrübesiyle ikinci beşi ve dolaylı olarak takımı co-pilot olarak taşıyacak.  Bir nevi Kidd - Terry birlikteliği böyle sağlanmış oldu. 

Marion'un şampiyonluk sezonundan sonraki düşüşüyle birlikte yıllardır çok yönlü modern bir üç numaraya hasrettik ve bu sezon paraya kıyılarak Parsons alındı. Her ne kadar Rockets sirkinden sonra buradaki disipline ayak uyduramamış olsa da yavaş yavaş form tutmaya başlayan Parsons, takımın gerçek anlamda katalizörü olacak gibi gözüküyor ve şimdiden bunu iyi şekilde yapmayı başarıyor. 

Monta Ellis de sezona istikrarsız başladı fakat takımın genel havası bu yönde seyrediyor. Carlisle normal sezonu pek umursamıyor ve gerektiği kadar oyuncuları zorluyor. Bu önemli çünkü yaş ortalaması yüksek bir takımlar ve Batı gibi bir konferansta gereksiz zorlama uzun sürede takıma bayağı zarar verebilir. Ayarında gidiyorlar.

Felton henüz sezonu açamadı ama kenardan gelen isimler ise takımın yükünü iyi derecede sırtlayabiliyor. Zaten ikinci beş konusunda ligin Denver'dan sonraki en iyi takımı kağıt üstünde Dallas ve bunu şimdiden performanslarını izleyebildiğimiz Wright, Harris, Barea, Jefferson ile realitey de dökebiliriz. 

Nowitzki için ayrı bir bölüm açmakta fayda var diye onu en sona bıraktım. Nitekim bambaşka bir karakter olduğunu artık ifade etmeye gerek yok. Artık son sezonlarına doğru yaklaştığının farkında ve bir şampiyonluk daha istiyor. Bunun içinde fedakarlık yapma kararı alan Nowitzki sezon başında yeni transferler için kontratında fedakarlık yaptı ve masada 18 milyon dolardan fazla para bırakarak indirime gitti. Bu paranın Parsons ve Nelson için kullanıldığı da düşünülünce bu adama bir şampiyonluk daha yakışır demekten başka elden bir şey gelmiyor.

Şampiyonluk zor bir ihtimalde değil. Batının belalısı Spurs'e ciddi anlamda kafa tutabilen tek takım yıllardır hep Dallas olmuştur ve bu sene onlardan daha iyi gözüküyorlar. Kağıt üstünde yine en büyük rakip olsa da bu sezon kendilerine GSW de rakip olacak gibi gözüküyor ama ikisini de geçebilecek kaliteye sahipler. Hele Nowitzki bu kadar çok istiyorken ve Tyson-Nelson da sezonu çok iyi açmışken boş hayalde değil!



Denver Nuggets

İki senedir garip bir şekilde en çok izlediğim NBA takımı olmayı başardılar. Tabii bunda fantasy takımlarıma buradan çok adam alıyor oluşumunda etkisi oldu. Bunun yanında Batı konferansının geneline maçlarının sürekli daha erken başlıyor oluşu da izleme rahatlığı açısından önemli diyebilirim.

Geçen sezondan itibaren Brian Shaw ile yola çıkan Nuggets aslında son 3-4 yıldır yarattığı koparan takım kimliğini de çöpe attı. Shaw çok iyi bir koç olsa da "bildiğimden şaşmam, benden iyisini bilen de yoktur." akımını temsil eden bir egoya sahip. Hızlı hücumlarla rakibini ısırmayı seven kaos düzeninin kusursuz işlediği Nuggets'ı alıp sistematik bir üçgen hücum takımına çevirmeyi çalışan Shaw, tabii ki başarısız olmuştu fakat bundan geçen sezon boyunca hiç vazgeçmedi. Ara ara eskiye dönüş olsa da sezon boyu ortalama seyreden takım sezon sonu kendiliğinden eski haline dönmek zorunda kalınca da gerçek bir kez daha ortaya çıkmıştı. 

Bu sezon üçgenden kısmen vazgeçen Shaw için başka bir sorun ortaya çıktı. Plansızca ve düşünmeden yapılan oyuncu transferleri ve sözleşmeleri yüzünden ilk beşin belli olmaması oyuncuları büyük ölçüde etkiledi ve medya açıklamaları, kavgalar, küskünlükler ile sezon açıldı.

Geçen yıl aldığı süreleri kusursuza yakın değerlendiren Randy Foye ve Wilson Chandler o mevkii de varken gidip bu sezon Afflalo'nun alınması başlı başına bir sorunu yanında getirirdi. Wilson Chandler'ın geçen sezon ki oyunundan sonra kesilemeyecek bir oyuncu haline gelmesiyle Gallinari'nin dönüş vakti gelmesi, üstüne Darrell Arthur gibi artık süre isteyen kaliteli bir oyuncunun da olmasıyla birlikte rotasyon iyice birbirine karıştı ve içinden çıkılamaz bir hal aldı.

Kısa rotasyonunun yanı sıra Mozgov'un artan formu ve harika geçen pre-season'ın ardından kafaca sorunlu Hickson ve Javale'ın arka plana itilmesi düşünülüyordu. Lakin özellikle Hickson'ın savunma kanadındaki yetenekleri de vazgeçilmeyecek düzeydi. Onun kenara gelmesi ve Hickson'ın sesinin bu yüzden çıkmasıyla 2 senedir doğru düzgün basketbol oynayamayan Javale'in ağlaması da eklenince bir cümbüşte orada çıktı. Medya açıklamaları, huzursuzluk vs. derken sezona rezil başlayan Denver da ipler biraz gerilmiş olsa gerek ki 1-6'lık girişten sonra 8-2'lik bir seri yakalandı ve 9-8 galibiyet oranı yakalandı. 

Öncelikle Denver'ın oyunundan bahsetmek gerekirse tamamen klasik, oyuncu yeteneklerine orantılı kaos pnr'ının olduğunu görüyoruz. Lawson'un kumanda ettiği ve özellikle harika iki şutörün destek olduğu tempolu bir oyun oynuyorlar. Faried her ne kadar Shaw ile eski günlerini aratsa da özellikle hücumda rakip savunmaları çok yıpratıyor ve hızlı hücuma çıkmalarına engel oluyor. Mozgov oyunun iki tarafını da iyi oynamaya başladı ve bu da onun 10 sayı 7.5 rebound ortalamasıyla kariyer sezonunu yaşamasına yol açtı. Gerçi Mozgov'un istatistik ötesinde iyi bir savunma katkısı verdiğini de belirtmek gerekiyor. Afflalo geçen seneki gibi değil ama zaten geçen seneki gibi bir Orlando takımı da yok. Chandler kaldığı yerden devam ediyor ve ilk beşte harika bir düzen işliyor.

Gelelim Denver'ın asıl fark yarattığı noktaya, ikinci beş konusuna. Yukarıda takımın en büyük sorunu olarak düşüncesizce yapılan transferlerden bahsettik. Bu rotasyon kalabalığı ise orantılı olarak onlara ligin en iyi ikinci beşine sahip olma avantajını getirdi. Kimi zaman sahada ilk beşten kimse yokken harika işler yapabiliyorlar ve yanlış hatırlamıyorsam maç başına attıkları 28.2 bench sayısıyla da ligin bu alandaki en iyi takımıydılar. 

Nate Robinson-Foye-Gallinari-Hickson-Javale beşlisinin yanı sıra rotasyonda 2-3-4'lerin hepsinde kullanılan Darrel Arthur da eklenince Philadelpia'dan bile daha iyi bir takım karşımıza çıkıyor. Zaten Denver bir çok maçında ikinci beşler sahaya indiğinde koparıyor ya da genelde olduğu gibi geri dönüş yaparak maçta kalıyor, alıyor. 

Yine de Denver konusunda beni rahatsız eden tek şey Shaw'ın bahsettiğim tutumu ve takımın başına bela açacağını düşünmem oluyor. Gallinari gibi bir yeteneğe süre vererek özgüvenini tekrar kazanması gerekirken ilk beşten onu hemen düşürmesi ve ayrıca Faried'i de olduğu gibi değilde kendi kafasındaki gibi kullanmaya çalışması, zorlaması bayağı sorun yaratacak gibi gözüküyor. Chandler esasen altıncı adam için kusursuz bir hamle iken ellerinin de soğumasını istemediği için onun egosuna yenik düşmesi, rotasyonu buna göre şekillendirmesi de Shaw'ın eksisi... 

Eksiler-artılar birbirine tam denk gibi gözüküyor şuan takımda ve ona denk bir seyir var ortada, Batı da playoff yapmaları çok zor ama özellikle kendi evlerinde herkese bela olan o takım geri geliyor gibi gözüküyor. Farklı bir tarzda olsa da tekrar ısırmaya başlarlar. 



Detroit Pistons

Ligin bir başka sirk takımına daha hoş geldiniz. Oldum olası Pistons'u sevmediğim için her sene olduğu gibi bu sene de onları dışarıdan göz ucuyla takip ediyorum ve maçlarını da en az düzeyde izlemeye özen gösteriyorum. Yine de bazen rakibi için izlemek için zorunda kaldığımdan onlara da maruz kaldım. 

Pistons son yıllarda NYK ile birlikte bu ligin en kötü yönetilen takımıydı. Bucks falan da belki diyebiliriz ama en azından sonra yıllardaki toparlanma hamleleri, en azından isteği onları aradan çıkarttı. Pistons için ise denilebilecek tek şey ise: "ligin zirvesinden, ligin en az bilet satan ve TV de izlenen takımı olmaya giden yol" dur.

Zaten buna sebep olan zihniyeti de en iyi takımın kadrosuna bakarak görebiliyoruz.

Drummond - Monroe - Josh Smith - Caldwell Pope - Jennings

Philadelpia'nın D-League kadrosu kurulurken bile daha fazla üzerine düşünülmüştür. Drummond gibi ligin en dominant uzunlarından biri, hatta en dominantı olabilecek potansiyele sahip bir adamın yanına kendisi kadar size'ı olan üç yüksek potansiyelli adamı alıp kontratların tamamını onlara bağlamak...

Her ne kadar oyun tarzları farklı da olsa aynı görevi yapmakla yükümlü üç adamı yan yana oynatmak zorunda kalınca da ve kısa mevkisinde topu ligin aydınlık beyni ile değilde yanık beyni ile öne çıkan en dengesiz adamı Jennings'e bırakınca ortaya şimdikinden farklı bir sirk çıkmıyor.

Van Gundy'ı başkanı takıma getirdiklerinde bu takımı adam eder demiştik fakat onun için bile ekstra zor bir görev çıktığını bir ay geride kalırken görebiliyoruz. Drummond - Monroe ikilisinin, iki safkan beş numaranın sırasıyla dört denendiği ve yıllardır dört numara oynamaya alışmış ve size ı da buna göre şekillenmiş dört numara Josh Smith'in üç numara oynamaya kastığı bir takım...

Pek konuşmak istemiyorum. Şuan takımda yolunda giden tek şey var o da KCP'un istikrarlı bir şekilde ufak ufakta olsa üstüne koyuyor olması. Ha bir de hakkını yemeyelim Monroe handikaplara rağmen dört numarada bayağı işi kotarıyor. Ama Drummond'un potansiyelini yitirip sıradanlaştığı ve Josh Smith'in sürekli geriye gittiği takım hakkında pek bir şey konuşmaya da gerek yok.

3-14, derece konuşsun. Philadelpia'dan sonra ligin en kötü takımı... 


Golden State Warriors

Ligin en beklenmeyen takımı, sürpriz üstüne sürpriz yapmaya devam ediyor. 14-2 ile sezona başladılar ve patır patır oynamaya devam ediyorlar. Esasen çok izlediğim bir takım değil ama onları takip etme şansına eriştiğim kısa dönemlerde bile oyunları apayrı bir zevk veriyor. Fantasy takımlarımda buradan bir tane bile adam yok diye o kadar üzülüyorum ki!

Steve Kerr'in takımın başına geçmesiyle birlikte takımın geleceği hakkında büyük şüpheler vardı fakat hepsini umut parçalarına dönüştürmeyi başardı. David Lee'nin sakatlığında prone Bogut'un pota altını taşıyamayacağı düşünülürken o Draymond Green'i PF'ye çevirmeyi başardı ve istikrarsızlık abidesi Speights'ten bile verim almayı başardı. Üstüne üstlük bunları yaparken Bogut'tan yıllardır olduğunun aksine Bucks'taki çaylak sezonu istatistiklerini almayı başardı. Beyaz Shaq olmaya göz kırpan o dominant canavar geri döndü!

Tabii pota altından giriş yaptık ama kısa konusu da bambaşka bir başarı hikayesi, özellikle Harrison Barnes'tan bahsetmek gerekiyor. Sezona kötü giriş yapsa da ondan istikrarlı bir skorer, bunun yanında iyi bir katalizör yaratmayı başaran Kerr, ayrıca Igoudala'nın da altıncı adam olarak en iyi şekilde değerlendirilmesine yol açtı. 

Klay ve Curry'den bahsetmeye gerek bile yok. Klay bu ligin aslında en dengesiz oyuncularından biri ama onun kadar iyi şutör var mı bilemiyorum. Zaten şutlarıyla skor yükünü O'nun üstünden alırken bunu hiç zorlanmıyor. O ise yani Curry, hayatının en iyi zamanlarını geçiriyor olabilir çünkü dizlerinde sızlama bile olmadan harika bir performans ortaya koyuyor. Prone olduğu gerçeğini biz bile unuttuk, yarın yokmuşçusuna oynayanlar arasında kesinlikle en muazzam olanı çünkü performansıyla bir takımın kaderini değil, ligin kaderine şuan etki ediyor. 23.8 sayı, 7.5 asist, 5.8 rebound ve 2 top çalma ortalaması ile adeta ligin en iyi oyun kurucu benim diyor.




Şimdilik ilk parçayı burada bitirelim. Buraya kadar yazdığımız takımların genel yapısında bir değişiklik olacağını hiç sanmıyorum. All-Star'a kadar aynı şekilde ilerlerler. O yüzden burada keselim dedim, fazlaca yazdık bile. Part 2 ile özellikle Houston, Lakers, Minnesota (Dallas sonrası ikinci takımımız) ve New York'tan fazlaca bahsedeceğim. Özellikle New York'tan bayağı bahsedeceğim...

En kısa zamanda görüşmek üzere... 

13 Kasım 2014 Perşembe

Milli Takım'dan neden umut kestik?


Baya süredir yazmadık, yazasımız da gelmedi. Hem futbolun hem sokulduğu durum hem de medyada gördüklerimiz cidden can sıkmaya başladı. Böyle bir ortamda Brezilya ülkeye gelmiş, fark yemişiz ne değişir?

Brezilya'nın Türkiye'ye gelmesi ki 2 milyon dolar verilmesi de başka bir türden acı olsa da 4-0'lık mağlubiyet sorun değil. Sorun 'çaba' sarf edilmemesi ve 'isteksizlik'. En basit örneği Volkan'ın yediği ilk gol. Neymarla bire bir kalmanız %80 gol olabilir ama bunu kabullenmek çok daha farklı bir durum. Bu tip durumlardan sonra milli takıma çağrılmayınca ayrıca tripler atılıyor. İşte milli takımın geldiği nokta bu. Sonra maçtan sonra Fatih Terim'in açıklamaları bile içler acısı. 90. dakika Neymar'ın mücadelesinen bahsediyorsun ve buna şaşırıyorsan işte durum bu kadar kötü. Böyle maç kazanıldığından bi haber teknik direktörümüz yoktur herhalde.

Hadi Ömer formsuz olabilir de Hakan'ın formundan dolayı milli takıma çağrılmaması tamamen saçmalıktır. Selçuk bu formla oynuyorsa, Leverkusen'de her maç büyük işler yapan Hakan'ın kadroya alınmamasının sebebi çok belli. Olaylar çıkmış olabilir ama bunu kişileri uzaklaştırarak yapmak ne kadar mantıklı onu sorgulamak lazım.

Brezilya için 2 milyon dolar verilebilir. Bu parayı maalesef ki Çin, Arap Emirlikleri gibi ülkeler şov için veriyor. Biz bu kadar düştüysek asıl o zaman vah halimize...

18 Temmuz 2014 Cuma

Dünya Kupası 2014'ün ardından...


Yaşımın yettiği kadar ilk hatırladığım Dünya Kupası İtalya 90. Özellikle Kamerun ile Afrika futbolunun kendini göstermesi ve Brehme'nin attığı penaltı ile gelen şampiyonluğu baya net hatırlıyorum. Golden sonra evde çılgınlar gibi sevinmiştim. O günden beri de Almanca eğitim veren lisede eğitim görmeden mi yoksa ailenin 10 yıl kadar Almanya'da yaşamasından ve onun etkilerinin hala üzerinde olmasından mı bilmem Almanya sevgisi hep içimdeydi. Haliyle bu Dünya Kupası'nda da koyu bir Almanya taraftarı olarak 2014 Brezilya'yı izledik. 24 yıl sonra aynı sevinci yaşadım.

Daha önceki Dünya Kupalarından farkı "underdog" takımların kendini gösterip, favoriler hakkında konuşma fırsatı vermeleri ve Ronaldo, Messi gibi yıldızlardan çok kalecilerin ön plana çıkması oldu. Özellikle Amerika kıtası kalecileri muazzam performansları ile takımlarının başarılarına büyük katkıda bulundu. Tim Howard'ın da bir maçta en fazla top kurtarma sayısı ile Klose'nin Dünya Kupalar tarihinde en çok gol atan oyuncuya ulaştıran sayının aynı olması tesadüf olabilir mi? :16

Almanya herkesin de ortak düşüncesi kupayı sonuna kadar hak ederek kazandı. Takım oyununun önemini, belki de unuttuğumuz bir düşünceyi yeniden gözümüze soktu. O yüzden de takımda bir değil birden çok oyuncu öne çıktı. Komik olan da Dünya Kupası boyunca ülkemizdeki yorumcuların buna hak vermesi, Belçika ve Almanya ne güzel yapmış, bizim de yapmamız lazım muhabbetleri. Biz yapamıyoruz çünkü siz de bunu desteklemiyor, köstek oluyorsunuz. Sezon boyunca saçma sapan eleştiriler, kavgalar, ortalık kızıştırmalar, yazın ise Dünya Kupası'nı izleyince bak adamlara neler yapmışlar... 

İtalya elendikten sonra, İtalyan spor basını taktik anlayışı irdelemiş. 2006 Almanya'da ev sahibi elendikten bir gün sonra şans eseri İtalya'daydım ve Bild almıştım, neler yazmışlar diye. Adamlar üzülmesine üzülmüş ama daha çok yazımı golleri nasıl, neden yedik deyip hatalarından ders çıkarmaya başlamışlardı. Bu zihniyet ile bizim ki maalesef ki yan yana gelemiyor.

2014 Brezilya biraz da sert geçti. Zuniga'nın Neymar'a yaptığı faul sonrası açıklamalar, tekpkiler vs faulun Neymar'a yaşattıkları sonrası çok normal. Yıldız oyuncuya yapılınca daha çok konuşulur. Matuidi'nin Nijeryalı oyuncunun bileğini kırması ise pek ortalarda konuşulmaz. 

Ülkemizdeki futbol fecaatinin üzerine çok güzel bir bir ay geçirdik. Şimdi bu şölenden yeniden fecaat ortama girmek bizi baya zorlayacak.

Son olarak Dünya Kupası'nın ardında da FIFA yeni sıralamayı açıkladı. Son durumda 1. Almanya olurken, 7. de Brezilya. Bu da mı tesadüf?

15 Temmuz 2014 Salı

Yıldız Fabrikası: Southampton

Bir takım düşünün, son 5-6 yıl içinde İngiltere Lig 2'den -anam babam usulü hesapla 4. ligden- premier lige çıkıyor. Bir takım düşünün; Lig 2'deyken kadrosunda olan genç oyuncuların çoğuyla premier lige kadar geliyor ve bu oyunculara 2 yıl premier lig tecrübesi kazandırdıktan sonra kasasını iyiden iyiye dolduruyor. Aslında bizlere, Türk futboluna, bu işin atla deve olmadığını gösteriyor, elbette bakmasını bilene. 

Southampton bu sezon bittiğinde Lig 2'den beri kadrosunda bulunan Luke Shaw, Adam Lallana ve Lig 1'de takıma katılan Rickie Lambert'i toplamda 59 milyon pound karşılığında sattı. Adam Lallana ve Luke Shaw'ın akademiden yetiştiğini düşününce kulüplerine kazandırdıklarını siz hesaplayın. Bunun yanında Soton kadrosunda hala büyüklerin iştahını kabartan birçok futbolcu var. Stoper Dejan Lovren, Liverpool'un radarında olan genç forvet Jay Rodriguez, Kenyalı orta saha oyuncusu Victor Wanyama ve Fransız genç orta saha oyuncusu Morgan Schneiderlin için premier lig devleri sırada. Sattıklarının yerine yine ses getirecek isimler getirdiler. Ayrıca Soton, sattığı oyuncuların yerine hep yenisini alan veya yetiştiren bir takım olmuştur. Mesela Lallana, Shaw ve Lambert'ın gidişinden sonra Eredivise'nin en iyi 11'in en iyi 2 oyuncusu Twente'nin ofansif orta saha oyuncusu Tadic ve Feyenord'un forveti Graziano Pelle'yi renklerine bağladılar. Bu ikilinin adını gelecek sezon fazlaca duyabiliriz. 

Konuya dönecek olursak, Southampton takımının oyuncu yetiştirip satma olayı pek de yeni bir şey değil. Özellikle akademi altyapısı tesisleri konusunda İngiltere'deki en iyi tesislenmeye sahip birkaç takımdan biri Southampton. Bunun yanında altyapısındaki çocuk ve gençleri başarı odaklı değil de, kendilerini geliştirme yönünde yetiştiren bir takım. Altyapıdaki hocalar oldukça deneyimli ve yeteneği olan çocukların eksiklerini belirleyerek o yönlerini 16-17 yaşına gelene kadar kapatacak şekilde çalıştırıyorlar. En basitinden, Gareth Bale'in Southampton altyapısındayken bacaklarına ağırlık bağlayarak depar çalışması yaptığını biliyoruz. Bale bugün belki de topla dengeli bir şekilde en uzun mesafe kat eden sprinterlardan birisi. Peki Southampton bu konuda artık bizi şaşırtıyor mu? Elbette hayır. Southampton'ın İngiltere futboluna kazandırdıklarına günümüzden geriye doğru bir göz atalım:


LUKE SHAW: (19*, Sol bek, 30 milyon pound, Manchester United, 2013)

İngiltere'nin önümüzdeki 10-15 yıl sol bek ihtiyacını karşılayacağı düşünülen Luke Shaw, 30 milyon sterline Manchester United'a transfer oldu. FM'de premier lig oynayanların da az çok bileceği gibi Luke Shaw için devler son iki oyundur sıradaydı ve 35 milyondan aşağı veren yoktu. Luke Shaw 8 yaşından beri Southampton altyapısında ve 2014 DK'da çıktığı maçla birlikte henüz 19 yaşında İngiltere milli takımın her seviyesinde oynamış bir oyuncu olarak adını Southampton unutulmazları arasına yazdırdı.


ADAM LALLANA: (26*, Ofansif Orta Saha, 25 milyon pound, Liverpool-2013)

Aslen Bournemouth altyapısında futbolla tanışsa da henüz 12 yaşındayken Southampton simsarları yeteneğini fark edip kendi altyapılarına zamanın parasıyla 3000 pound karşılığında transfer ettiler. O da Shaw gibi tüm seviyelerde milli takımlarda oynadı. Southampton'ın Lig 2'den premier lige uzanan başarısında en büyük pay sahiplerinden birisi de Lallana. Çocukken babası Everton taraftarı olduğu için Everton'ı tuttuğunu söylüyor ama gel gör ki kanlı bıçaklı rakibi Liverpool'a transfer oldu. 


RICKIE LAMBERT: (32*, Forvet, 4 milyon pound, Liverpool, 2013)

Lambert için buraya ekstra bir şey yazmayacağım. Daha önceki yazımda Lambert'i uzunlamasına anlatmıştım. Okumak isteyenler için link şurada: http://birtopunpesinde.blogspot.com.tr/2013/08/kraln-yukselisi.html


ALEX OXLADE-CHAMBERLAIN: (17*, Sol-Sağ kanat, 15 milyon pound, Arsenal, 2011)

7 yaşında Soton akademisine katılan Chamberlain, 16 yaşında ilk kez profesyonel olarak forma giydi. Hız, top sürme ve orta konularında yetenek avcılarının dikkatini çektiğinde henüz 17 yaşındaydı ve Arsenal'a 15 milyona satıldı.


GARETH BALE: (18*, Sol Bek-Kanat, 7,5 milyon pound, Tottenham, 2007)

2007 yılında henüz 18 yaşındayken, zamanın parasıyla 7.5 milyon pounda Tottenham'a satılan ve günümüzün en değerli oyuncusu olan Gareth Bale de Soton çıkışlı bir yetenek. Zamanın Soton menajeri Harry Redknapp Tottenham'a gittiğinde ilk transferi Bale olmuştu. Lallana ve Luke Shaw gibi o da 14 yaşında Soton'a gelen ve burada yıldız haline gelen bir yetenek.


THEO WALCOTT: (17*, Sağ-Sol Kanat, 10,5 milyon euro, Arsenal, 2006)

O da 11 yaşında Soton akademisinin yolunu tutanlardan. 17 yaşında Arsene Wenger'in dikkatini cezbetmiş ve halen Arsenal'de oynayan Walcott, diğer Soton çıkışlı gençler gibi tüm milli takım kademelerinde oynadı.


WAYNE BRIDGE: (23*, Sol Bek, 11 milyon euro, Chelsea, 2003)

Henüz 15 yaşında Southampton altyapısında oynamaya başlayan Bridge kısa sürede yeteneğini gösterip 17 yaşında A takıma girmeyi başarmış ve Southampton'da kaldığı 6 yılda 157 maça çıkmış bir oyuncu. 2003 yılında Chelsea'ye satılan oyuncu kulübüne 11 milyon ve sonraki satışlardan yüzdelik pay kazandırmıştır. Southampton'ın sol bek fabrikasının ilk meyvelerinden birisidir Bridge. Ondan sonra yetiştirdikleri her sol bek dünya yıldızı olma yolunda ilerliyor. Bale ve Shaw gibi.


ALAN SHEARER: (22*, Forvet, 4,5 milyon pound, Blackburn Rovers, 1992)

Ve bir efsane... Bizim yaşıtlarımız için İngiltere ve gol deyince akla gelen ilk isimdir Shearer. 15 yaşında altyapıda başladığı Soton kariyerini 18 yaşında profesyonel olup 22 yaşına kadar devam ettirdi. Ve sonradan 94-95 yılında şampiyon olan efsane Blackburn Rovers'ın mihenktaşlarından biri olacağı Blackburn'e transfer oldu. 


BONUS: MATT LE TISSIER (a.k.a Le God)

Altyapı ve tüm profesyonel kariyerini Soton'da geçirdi. Yeteneğine ve klası konusunda söylenecek bir şey varsa da, o kişi ben değilim. Benim Le Tissier hakkında bir şeyler söylemem abesle iştigal olur. Kariyeri hakkında söyleyeceğim tek şey, Tottenham ve Chelsea zamanında kendisini ısrarla istemesine rağmen Soton'a olan bağlılığından vazgeçmeyişidir. Hatta zamanın Tottenham ve milli takım menajeri Terry Venables'ın sırf Tottenham'a gelmedi diye kendisini milli takıma da almadığı söylenir. Her şey bir tarafa, Soton taraftarının kendisine taktığı "Le God" lakabı onun için hayattaki en güzel duygulardan birisi olsa gerek. Buyrun efenim;

http://www.youtube.com/watch?v=rp-XhGIyGdo




*Futbolcuların transfer olduklarındaki yaşları.


28 Nisan 2014 Pazartesi

2014 Euroleague Final Four


Real Madrid - Olympiakos ve CSKA - Panatinaikos serilerinin de sonlanmasından sonra 2014 Euroleague Final Four'una kalan takımlar ve eşleşmeler de belli oldu: Barcelona - Real Madrid ve CSKA - Maccabi Electra Tel Aviv.


Bu sene benim favorim Olympiakos'u eleyen Real Madird. Serileri erken final gibi bir şeydi. Geçen senenin finalistlerinin Top 16'da eşleşmesi talihsizlik oldu. Madrid'deki son maçta da son periyotların takımı Olympiakos'un geri dönüşüne akıllı hücumları ve  hücum reboundları ile mani oldular. Böyle büyük anlarda Oly'i durdurmak gerçekten başarıdır ki son senelerin en kötü sezonlarından birini geçirmelerine rağmen. Galibiyetteki en büyük faktör, bu kupayı en çok isteyen Rudy Fernandez oldu. Hem ofansta hem defansta inanılmaz bir performans sergiledi.


Real Madrid'in rakibi, temsilcimiz Galatasaray'ı rahat geçen Barcelona. Bu sene gruplarda fırtına gibi esen Barcelona ödülünü belki de Top 16'ın en güçsüz takımı ile eşleşerek aldı. Arroyo'nun erken sakatlanması Galatasaray'ın direncinin çabuk kırılmasına neden oldu. Böyle büyük takımları yenmek için şansa da ihtiyacınız oluyor. O da olmayınca işler gerçekten mucizeye kalıyor...

Barcelona - Real Madrid eşleşmesinin favorisi şu veya bu demek çok zor. Lakin Real Madrid'i bir adım önde görüyorum. Rudy Fernandez ve Mirotic'in performanslarına Llull ve Oly serisinin kayıp ismi Rodriguez de eşlik ederse Barcelona'ya karşı şansları yüksek olur. Tabi Navarro'nun da sakatlığının durumu ve parkelere ne durumda döneceği de eşleşmede önemli bir yere sahip.


Yarı finalin diğer maçı ise son 12 yılda 11. Final Four'u olan CSKA ile Maccabi Electra Tel Aviv arasında. CSKA zorlu bir seriden son maçta çok rahat bir galibiyetle Final Four'a kaldı. Oly gibi Panatinaikos'un da son senelerdeki en kötü kadrolarından biri ile mücadele etmesi ve CSKA'yı bu kadar zorlması da herkesi şaşırttı diyebiliriz. Ne kadar Yunanistan atmosferi ile yendiler filan desek de CSKA'nın sanki rölantiyeye alması da vardı diyebiliriz. Zaten son maçta Pana Euroleague tarihlerindeki en düşük sayısını attı. Son maçta da fark açılırken direnç gösteremedikleri her an oyundan iyice düşmüşlerdi. Final Four'dan önce Messina'nın tercihleri tartışılıyor halen, doğru yönetim ile Maccabi'yi geçecenlerine inanıyorum.

Maccabi ise ev sahip avantajını değerlendirmek isteyen sürpriz takım EA7 Emporio Armani'yi eledi. Onlar için de çok zor bir seri oldu diyemeyiz. Yine de belki de Final Four sonunda kupaya en uzak takım bana Maccabi gibi geliyor.

Final Four 16 Mayıs'ta İtalya'da başlıyor. 18 Mayıs'ta ise final var. Güzel bir Cuma ve Pazar olacak...

RIP Tito Vilanova


14 Nisan 2014 Pazartesi

Tebrikler Galatasaray, Teşekkürler Fenerbahçe...


Euroleague Kadınlar Final 8 başladığından beri maçları takip etmeye çalıştım. En azından bizim takımlarımızın olduğu maçları. Gruplardaki maçlardan sonra ve Ekaterinburg'un performasını gördükçe şampiyonun en büyük adayı ortaya çıkmaya başlamıştı.

Turnuvanın en büyük şansızlığı herhalde üç Türk takımınında aynı grupta yer almasıydı. Umarım birbirlerini baltalamazlar da ikisi yarı finale çıkar diye düşünürken Fenerbahçe'nin gruplardaki performansına Galatasaray da eşlik edince korktuğumuz başımıza gelmedi. İlk maçlarda Kaski'nin de taktik anlayışı sayesinde baya az sayı buldu takımlar. Ne zaman ki Galatasaray, turnuvanın favorisi Ekaterinburg'u ilk yarıda duman etti, işte o zaman Fenerbahçe'nin işinin hiç kolay olmadığı ve Galatasaray'ın grup performanslarının aslında göstermelik olduğunu anladık. Galatasaray'ın gruplarda baya sayı kısırlığı yaşamasından sonra ev sahibi Ekaterinburg'u ilk yarıda 29 sayıda tutup, üstüne 49 sayı atması muazzam bir başarıydı. Bunda tabi Alba Torrenz'in muhteşem performansına Zellous da eşlik edince maç ilk yarıda koptu.


Fenerbahçe ise turnuvadaki istikrarlı performansını yarı finalde de sergileyip finale çıktı. Açıkçası benim favorim Fenerbahçe idi. Finalde en önemli faktör Galatasaray'ın Ekaterinburg maçındaki ilk periyot performansı Fenerbahçe karşısında sergilemesi hem turnuvaya ne kadar iyi hazırlandıklarının hem de Ekaterinburg galibiyetinin bir tesadüf olmadığını gösterdi. Euroleague Kadınlar Turnuvası'nda 18 maçtır yenilmeyen Fenerbahçe'yi ilk periyotta 7 sayıda tuttu. Fenerbahçe şoku çabuk atlatıp ikinci periyot kendini toparlasa da ilk yarı 29-42 Galatarasaray'ın üstünlüğü ile tamamlandı.

Yarı finalde sakatlanan Sancho Lyttle'ın finaldeki performansı da kayıtlara geçilmesi lazım. Gerçekten takımı galibiyete taşıdı. 3. periyotta bocalayan Galatasaray'ı yakalayan Fenerbahçe, 4. periyotta farkı iki sayıya kadar indirdi. İşte o an yaklaşık 3-4 hücum iki takımda sayı atamadığı an ilk kez oyuna giren Şebnem Kimyacıoğlu maçı ve kupayı getiren iki inanılmaz el üstü üçlüğü ile Galatasaray'a getirdi.

Turnuva genelinde ise takımın yıldızları Alba Torrenz ve Işıl Alben'di. Işıl en kritik yerlerde top çalmaları ve aldığı hücum reboundları ile takımı ayakta tutmayı başardı. Torrenz ise kalitesine yakışır bir performansla turnuvayı tamamladı. Zaten kendisi de turnuvanın en değerli oyuncusu (MVP) seçildi.


Fenerbahçe iki senedir finalde kupayı kaybediyor. Kaybetmesinin yanında iki senedir kadınlar basketbolunun birinci kupasında finale çıkmayı da başarıyor. Bu da gözden kaçmaması gereken büyük bir başarı.

Dün Fenerbahçe çeşitli branşlarda dört final oynayıp hepsini kaybettiler. Umarım bu travma etkisi yaratmaz ve kendilerini çabuk toparlarlar.

Benim için bu turnuvada final maçı dahil, oyuncuların birbirlerine karşı olan saygısı ve centilmenliği idi. Kupayı kazandıktan sonra hemen maç sonu birbirilerini tebrik etmeleri hep konuşulan futbolculara ve onları geren taraftar ve spor yazarlarına ders olmalı. Bu sene hem basketbol, hem de voleybolda Avrupa Kupaları'nda final değil finaller gördük, izledik. Peki futbol nerede? Onu sormayın bence, kaybolmuş kendi pisliğinde... Düşmüş ağlayanı yok...

Tekrardan bu hayal gibi finali bize yaşattıkları için binlerce kez teşekkürler Galatasaray, teşekkürler Fenerbahçe...